Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 3 ve son

School of experience – Deneyimlerin Önemi

Christensen kitabında çocukların yetişme süreçleri ve bu anlamda ebeveynlerin katkılarına da farklı başlıklarda vurgu yapıyor. Ailelerin yaşantısının teknoloji, modern ekonomik düzen ve refah seviyesinin artışı gibi nedenlerle değişmesinin etkilerinden birinin daha fazla ev işinin veya evde aile fertlerinin sorumluluğunda olan işlerin dışarıdan hizmet alınarak veya makineler ile yapılabilir hale gelmesine vurgu yapıyor. Burada temizlik, ütü, basit tamirat, çamaşır vb. eskiden aile fertlerinin arasında bölüştüğü sorumlulukların hizmet olarak alınmasının çocukların gelişimine etkisi olabileceğinden bahsediyor. Çocuklara sorumluluk vermenin ve onlara hata yapma ve öğrenme fırsatı tanımanın çok önemli olduğunu vurguluyor.

Burada kullandığı iş hayatından bir örnek de gerçekten çok ilginç. Dell uzun yıllar önce piyasada daha hakim ve güçlü bir konumdayken pek çok işini o zamanlar sadece bir tedarikçi ve fason üretici olan Asus firmasından hizmet olarak almaya başlıyor. Bu aslında mali olarak çok da mantıklı ve Dell gelirleri açısından ilk zamanlarda çok verimli oluyor. Ancak zaman içerisinden Asus o kadar deneyim ve saha tecrübesi ediniyor ki şu anda da hepimizin bildiği gibi bilgisayar pazarının önemli bir oyuncusu konumuna geliyor. Burada kritik olan şey bazı şeyleri tabi ki hizmet olarak almak hem insanlar için hem de firmalar için mantıklı olsa da asıl varlık nedenini dışarıya çıkarmak, hizmet alımı haline sokmak her zaman çok dikkatli ele alınmalı ve sakınılmalı, zira bir gün varlık nedeni ortadan kalkabilir veya ikame edilebilir.

Günümüz ailelerinin iş ikamesinden sağlanan zaman ve efor kazancını çocukları kurslara ve spor faaliyetlerine göndererek giderdiklerini ancak bunun da her zaman benzer etki yapmayacağını, bu tip faaliyetlerin daha çok ebeveyni tatmin etmeye yönelik olduğunu ve çocuğun yeni bir yeteneği öğrenmesi, bir zorluğu alt etmesi ve hayat dersi çıkarabileceği imkanları sınırlı olarak yaratabildiğine değiniyor.

Bunlar yerine veya ek olarak yapılacak şu; çocuk kendi gelişlimi için kendi isteğiyle, tabi burada veli yönlendirmesi ve alternatifler sunulması önemli, herhangi bir aktiviteye yönelmeli ve orada tamamen kendi çabası ile başarı veya başarısızlık ile karşılaşmalı. Bu durum çocuğa sadece o sporu veya etkinliği öğretmek gibi bir görevi değil de çocuğun öğrenmeyi öğrenmesini, yeni bir yeteneği kazanmak için çaba harcamayı öğrenmesini ve hatadan ders çıkarmayı bilmesini sağlayacaktır.

Geldiğimiz noktada asıl olanın, deneyim (school of experience) ile edineceklerimiz ve mümkün oldukça deneyimi şekillendirmeden nasıl olduysa öyle yaşamamız gerektiği oluyor, tabi ki her durumda elimizden gelen en iyiyi hem kendimiz hem de çocuklarımız için yapmalıyız ancak hata yapmak ve bunlardan alınacak dersi de unutmamak lazım, terslik veya yanlış seçimlerin hiç olmadığı bir ortam sadece rüyalarda olur ve bu rüyada büyüyen kişi gerçeği gördüğünde ne yapacağını bilemez.

Yapılabilecek şeylerden birsi de çocukların gelişimi için onlara sorumluluk vermek, örneğin pikniğe veya kampa giderken kendi çantasını hazırlamasını söylemek ve eksik bir şey olursa da mümkün oldukça tamamlamamak ve sonucunu görmesini sağlamak, bu pek çok durum için çeşitlendirilebilir. Herkesin başına gelen son dakika ödevlerin yetiştirilmesi konusunda da mümkün olduğunca ve ne kadar çocuğumuza iyilik yaptığımızı düşünsek de devreye girmeden çocuğun sonuca katlanmasını sağlamak önemli.

Christensen kendi hayatından bir örneği de paylaşıyor, annesinin 6 çocuk ile uğraştığı için kendisine pek çok sorumluluk verdiğini bunlardan birsinin de kendi çorap deliklerini dikmek olduğunu anlatıyor. Bunun kendisini çok zorladığını ancak zamanla iyi bir dikiş yapabilir olmasından ve her baktığında çorap deliğindeki yamayı kendi yaptığı için gurur duyduğundan bahsediyor. Burada ne kadar küçük önemsiz olsa da çocuğun “bunu ben yaptım” diyebilmesinin önemini vurguluyor.

Family culture to set – Kültür oluşturma

Bir ailenin veya şirketin aslında en önemli dayanağı, oluşturduğu kültürdür, zira çocuklar aileden hangi değerleri öğrendilerse o değerler ile hayatta yalnız kaldıklarında yaşarlar ve gelişmeye devam ederler. Bu şirketler için de geçerlidir.

Bir aile olarak bu konuda ne yapılabileceğine gelirsek, öncelikle Christensen ebeveynler olarak oturup ailemizin değerlerinin ne olacağını belirlemeyi ilk iş olarak önümüze koyuyor. Örneğin çalışkanlık, yaratıcılık, saygı ve benzeri değerler için karar verip temel olanları seçmek ve tüm hayatımızı buna göre yaşamak önemli, yaptıklarımız da bunları hep desteklemeli. Örneğin tamir edilecek bir şey varsa ve biz yapabiliyorsak onu hemen yapmalıyız ve çalışmaktan kaçmamalıyız zira çalışkan olma değerimizi en küçük yaştaki çocuğumuzdan ergenlik çağındaki çocuğumuza kadar hissettirebilelim hatta bu çalışmaları aile içinde iş bölümü ile yaparsak ve keyif aldığımızı hissettirerek devam edersek ailede neyin değerli olduğu net bir şekilde gösterebilmiş olabiliriz. Bu, kültürü inşa etmektir ve bir seferde olmaz o yüzden ebeveynler olarak her fırsatta bunları destekleyecek somut hareketler ile harekete geçmeliyiz ve denemekten vazgeçmemeliyiz. Ne kadar yorgun olsak da veya zamanımız olmasa da aile kültürümüzü yaratmak için vazgeçmeden devam etmeliyiz.

Burada da en başta bahsettiğimiz kaynak aktarımı, ani planlar ve zamana yaygın uzun dönemli planlar devreye giriyor, burada bize hangi kaynakları ve durumu ele alarak neyin bizim temel değerlerimiz olduğunu belirlemek kalıyor. Bu kolay olmasa da yapılması gereken bir adım. Değerler belirlendikten sonra tüm fertlerin buna uyması ve genel bir uyum durumu önem taşıyor.

Full value thinking vs marginal thinking theory – Blockbuster – Netflix Örneği

Christensen kararlarımızda nasıl bir bakış açısı ile bakmamız gerektiğini ve bunun nelere mal olabileceğini de ayrıntılı olarak ele alıyor. Firmalar ve bizler aslında hareketlerimiz belirlerken marjinal ve toplam maliyet hesabı bakış açıları ile hareket edebiliyoruz. Bunlar içinde bulunduğumuz duruma göre iyi ele alınması gereken yöntemler, hep birisine odaklanmak ve esnek olmamak bize kaybettirebilir. Burada kritik olan daha önce de bahsedildiği gibi durumu iyi analiz ederek gerekeni yapabilmek.

Burada güzel bir örnek ile devam edebiliriz, Christensen bu konuda kitabında ayrıntılı bir kısım paylaşmış ben olabildiğince özet olarak aktaracağım.

Blockbuster Amerika’da uzun yıllar boyunca VHS kasetler ile film kiralama pazarında en büyük oyuncu olarak faaliyet gösterdi. İş modelleri temel olarak kasetlerin dükkanlarda sergilenmesi, çeşidin bol tutulması ve yaygın bayi ağına dayalıydı. Müşteriler kasetleri dükkanlara gelip seçiyor ve üyelik ile kiralama yapıyorlardı, kendilerine tanınan sürede kasetleri geri getirmezlerse de gecikme cezası ödemek zorundaydılar. Uzun yıllar yüksek karlılıkla devam eden bu iş modeli, bir noktada pazarı iyi analiz eden Netflix firmasının yeni yöntemi ile tanıştı. Netflix benzer şekilde kiralama işine girdi ancak iş modeli olarak aylık veya yıllık abonelik paketleri sunmak ve DVD/kasetleri müşterilere mail yoluyla göndermeyi seçti. Burada hiç bir dükkana gerek duyulmuyordu. Müşteriler istedikleri film listesini abonelik başında oluşturuyorlar, ardında da ayda belirli adetler ile kendilerine bu filmler iletiliyordu. Müşteriler izledikleri kullanım süresi biten filmleri abonelikleri sırasında aldıkları Netflix tarafından bedeli baştan ödenmiş olan hazır posta zarflarına koyup geri gönderiyorlar ve takiben kendilerine yeni filmleri iletiliyordu. Blockbuster’ın dev dükkan ağına, 80 binleri bulan çalışan sayısına, dev dağıtım ağına ve müşterileri çileden çıkaran gecikme cezalarına hiç gerek yoktu.

İşte bu durumda Blockbuster yavaş yavaş pazarda kendine yer bulmaya başlayan bu iş modelini bir noktada ele aldı, yöneticiler uzun değerlendirmeler yaptılar ve bu modelin çok niş bir kitleye hitap ettiğine, elde edilen karın ve pazarın marjinal olduğuna ve dikkate almaya değer olmadığına, kendi iş modellerinin o günün şartları ile çok daha fazla kar getirdiğine odaklandılar. Diğer bir deyişle müşterinin memnuniyeti, iş modeli kolaylığı, geleceğin ne getireceğini düşünmek ve bu anlamda bu nispeten küçük tehdidin, bütünsel bir bakışla maliyetlerini göze almak yerine, küçük bir kısmına odaklandılar. Alternatifi hiç düşünmediler, gerek duymadılar zaten işler iyiydi…

İşte dönüm noktası burasıydı, Blockbuster yöneticilerinin bu durumu o sıradaki karları, var olan yatırımları ve muhtemel alternatifin karlılık anlamında marjinal kalması gözüyle ele almaları o anda anlaşılmasa da büyük bir yıkımın ayak sesleriydi. Takip eden yıllarda Netflix pazar payını çok hızlı arttırdı, müşteri sayısı arttı. Blockbuster tarafı da tam tersi yönde gitti ve dev firma 2010 yılında iflas açıkladı, binlerce dükkan kapandı.

Bu konuda güzel bir içerik ve daha ayrıntılı aktarım için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz:

Marjinal olan dev bir potansiyel taşıyor olabilir bu anlamda kalıplaşmış esnemeyen bir bakış sergilemek istenmeyen sonu getirebilir. Hem bu örnekteki gibi iş hayatında hem de özel hayatlarımızda bir seferlik veya küçük kararlar önemlidir ve etkilerini ele alırken hep büyük resmi görmeye çalışmak ve muhtemel tüm sonuçları ele alabilmek önem taşır.

Purpose of our lives: Likeness / Deep commitment / Metrics – Hayat amacı

Kitabın adında da geçen hayat amacı ve bunun ölçülmesi hakkında da Christensen görüşlerini aktarıyor. Genel olarak zaten yukarıdaki ve daha önceki yazılardaki her örnek aslında bir noktada vizyon sunsa da hayatın amacını belirlemek önem taşıyor. Hayatın akışı hepimize farklı şeyler sunsa da asıl amacımızı belirlemek ve bunu kadere bırakmamak önem taşıyor. Burada daha önceki yazılarda değindiğimiz kararın deliberate ve emergent (ani ve duruma gore) olması noktasında deliberate (önceden düşünülmüş kapsamlı) olmasının kritikliği önemli, tabi ki ani olaylara karşı tavır alabiliriz veya fırsatları değerlendirebiliriz ancak asıl olanı, asıl amacımızı hep sabit tutmalıyız, burada da asıl amacı her duruma uyarlanabilir ve değer odaklı seçmemiz önem taşıyor.

Hayat amacı belirlemeyi tabi ki anlık bir olay olarak görmemek gerek, bu bir süreçtir ve uzun zaman alır, alması gerekir. Örneğin Christensen kendisi için bunun çok uzun sürdüğünü, kafasındakini netleştirmesinin zaman aldığını ancak hep aklında olanları sonunda bir araya getirebildiğini vurguluyor. Ailenin önemi onun için temel noktada olmuş hep, ayrıca iyi olmak, inançları, insan odağı ve doğru dürüst yaşam hayat amacı haline gelmiş.

Burada amacı belirlerken (likeness) neleri sevdiğimiz, hoşlandığımız, mutlu olduğumuz bunlara bağlılığımız (deep commitment) ve nasıl ölçebileceğimizi (metric) düşünmek gerekli. Bu da yukarıda dediğimiz gibi kolay değil.

Christensen kendisi için yukarıdaki amacına istinaden “iyi bir insan” olduğunu anlayabilmek için kaç insanın hayatına dokunduğunu bir metrik olarak koymuş. Ne kadar çok insana yardım eder, bir şey öğretir, bir sorununu çözer veya yardımcı olursa o kadar başarılı olacağına inanmış.

Son olarak Christensen bunu düşünmenin en iyi yerinin üniversite olduğunu vurguluyor, hayata atılmadan, koşuşturma içinde boğulmadan ve hızlı iş odağında değerleri yitirmemek için bu konuya zaman ayırmanın yıllar sonra çok kıymetli bir yatırım olacağının anlaşılacağına vurgu yapıyor.

“Kısaca, bunları yapmak zordur ama iyi ki yapmışım diyeceğiniz günler gelecek…” diye de ekliyor.

Bu yazıyla, bu değerli yazarın bize aktardıklarının sadece bir kısmını ele alabildiğim yazı serim sona ermiş oluyor, umarım faydalı olmuştur, kuşkusuz tüm örnekler, aktarılanlar çok kıymetli bunları bu denli başarılı ve kendini ispat etmiş birisinden bir hayat tecrübesi olarak dinleyebilmek ise büyük fırsat kanımca.

Foto: www.freepick.com

Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 1

Clayton M. Christensen ile Youtube kanalını izlediğim bir öğrenci sayesinde tanıştım. Aslında kendisi 21. yüzyıl teknoloji temelli gelişim sürecinin mimarlarından çok ünlü bir akademisyen. Ben geç tanışmışım ve aslında asıl ünlü olduğu çalışmayı (Disruptive Innovation) değil de nispeten daha az bilinen bir kitabını okudum. Kendisi hakkında çok şey anlatmama gere yok aslında biraz merak edenler Wikipedia bağlantısından bilgi edinebilir. Akademisyen ve danışman olan Christensen için kısaca kendime şunu dedim:

Ne yazdıysa oku, hakkında bulduğun videoyu izle 🙂

Peki okuduğum kitap neyle ilgili? Aslında adı üstünde “Hayatını nasıl değerlendirirsin?” Bu soruyu sorup, kitabı yazan Clayton Christensen olunca işin önemi artıyor. Zira geldiği noktada bu soruyu ne amaçla sordu, neyi vurguluyor insan merak ediyor?

Ben bu kitabı Storytel uygulamasından okudum/dinledim. Storytel uygulamasını uzun bir süreden bu yana kullanıyorum. Benim kitap okumama büyük katkısı oldu, özellikle ingilizce içeriklere ulaşmak ve bunu aylık olarak ödenen bir kitap parası gibi düşük bir ücretle binlerce kitaba ulaşrak yapmak bence mükemmel. Storytel ve öğrenme sürecime katkısı hakkında ayrı bir yazı da yazacağım.

Ben kendime aldığım notlardan önemli olanları aşağıdaki şekilde paylaşmak istedim, bazıları benim yorumlarımı da içeriyor umarım faydalı olur. Bu arada yazdıkça fark ettim ki bu içeriği parçalı sunmak daha mantıklı zira yazılacak çok şey var şimdilik ilk kısmı paylaşıyorum, devamı da gelecek.

  • Unanticipated  / Emergent Strategy” – Beklenmedik Strateji:  Bu kavram aslında uzun planlara dayanan kapsamlı stratejiler yerine plan dışında olan olaylara ve çevredeki gelişmelere göre hızlıca adapte olup strateji geliştirebilmek ve bunun sonucunda da asıl stratejiden elde edilecek faydadan çok daha fazlasını elde etmek olarak açıklanabilir. Buna örnek olarak Honda motorsikletlerinin Amerika pazarına girişini örnek veriyor Christensen. Burada hikaye uzunca olsa da kısaca aktarmak istiyorum çünkü çok ilginç. Herkesin bildiği üzere Amerikan pazarı hikayenin geçtiği 1960’lı yıllardan bu yana büyük hacimli Harley Davidson tarzı motorsikletler tarafından domine edilmiş durumda. Honda da aslında çok uzmanı olmasa da bu tip motorlar ile pazara giriyor ilk aşamada, sınırlı satış yapabilse de bir süre sonra bu motorlar Amerikanın otobanlarının uzun düzlüklerinde yüksek süratle kullanılma sonucunda pek çok teknik sorun çıkarıyor ve bakım sorunları çözülemiyor bu da zaten zor olan bir pazarda Honda’yı neredeyse hiç satış yapamaz duruma getiriyor. İşte tam bu sırada Honda satışcıları Amerika’ya Honda’nın asıl uzmanı olduğu düşük hacimli, Japon’ya da kurye teslimatları ve şehir içi kısa mesafe kullanımı için kullanılan ve çok popüler olan Super Cub motolarından getiriyorlar. Bunlar Amerikan müşteri kitlesi için o zamana kadar yapılan hiç bir ön pazar analizinde çıkmayan, pazarı olmayan ve bir nevi bisikletten farkı olmayan ürünler. Bunları pazara sürmeyi Honda ekibi başta düşünmüyor zaten. Sadece hafta sonu gezmek için getiriyorlar ülkeye. Sonra bir gün Los Angeles dağlık bölgelerinde bu motorlar ile geziye çıkan bir kaç Honda çalışanı insaların ilgisini çekiyor. Bir kaç kişi bu, pratik, kullanması kolay, atik, bakımı kolay ve küçük motorsikletleri görüp satın almak istiyor. Bir kaç adet getirdikten sonra, Sears satış kataloğundan satış ekibinin ilgisini çeken Super Cub bir anda kataloğa giriyor ve inanılmaz satış rakamları geliyor. Sonrası zaten tahmin edersiniz. Honda Amerika pazar stratejisini bu duruma gore adapte ediyor, sonuç pazarda sıfırdan %63 pay sahipliğine giden bir resim çıkıyor ortaya.  Christensen de bu örnekten yola çıkarak bize şunu söylüyor hayat büyük stratejilerin yanı sıra asıl olarak bunun gibi anlık adapte olma gerektiren şans değerlendirme potansiyellerinden oluşur bunları görmek lazım, hazırlıklı olup durumu hızlıca idrak edebilirseniz sizin için yeni bir kapı açılabilir. Kendisnin yaşının ilerleyen zamanlarında Harvard akademisyeni olabilmesinin de buna benzer bir durum olduğunu söylüyor. Bu nedenle her an durumun gereklerine adapte olmak ve stratejimizi kökten değiştirmek gerekebilir hazırlıklı olmakta fayda var 🙂

Honda örneği hakkında yapılmış kısa bir yazı ve kapsamlı bir araştırma aşağıda yer alıyor:

https://hbr.org/2011/02/lessons-from-hondas-early-adap

https://www.hbs.edu/faculty/Publication%20Files/17-016_2664e889-da2d-4f34-a8d6-7da0648cc33c.pdf

Super Cub motorlarının hikayesini anlatan iki video, birisi de Jay Leno ile çekilmiş:

  • “Assumptions becoming reality” – Gerçeğe dönüşen varsayımlar  – Burada vurgulanan, hem aile ilişkilerinde hem de işyerlerinde önemli kararlar alırken veya tartışma esnasında bize yön verecek varsayımların en başta ele alınması gerektiği. Bunların aslında hiç olmaması gereken veya yanlış / iyi analiz edilmemiş varsayımlar olup olmadığını bilmek çok önemli çünkü Christensen pek çok firmanın başta iyi analiz edilmemiş varsayımlara göre karar aldığını aslında bu varsayımların uzun süren ve inanılmaz maliyetlere yol açan projeleri tetiklediğini ve bunların da çoğunlukla süreç sonunda başarısız olduğunu vurguluyor. Bu konuda örneği de Walt Disney ailesinden veriyor, dünyada devasa parkları ve inanılmaz ekonomik büyüklüğü ile bilinen bu kurumdan bir örnek ile konuyu aktarıyor. Yıllar önce Disneyland Paris kuruluşunda yaşanan durum güzel bir örnek.  Disney yöneticileri Paris parkını dizayn ederken Amerika’daki başarılı parklarından ve oradaki müşteri analizlerinden yola çıktılar ve temel varsayımlarını Paris parkı yatırımlarına da uyguladılar. Ancak çok büyük bir hüsran ile Disneyland Paris ilk iki yıl diğer parklara göre bekleneni vermekten çok uzak kaldı, hatta 2 yılda 1 milyar dolar zarar etti. Evet inanılmaz 🙁 Süreci ele alan Disney yöneticileri ilerleyen dönemde geriye dönüp baktıklarında şunu fark ettiler. Bazı  varsayımların sorun yarattığı ancak çok normal gibi ele alınıp yola devam edildiği ortaya çıktyı. Paris parkı için ilk planlamalar yapılırken ana varsayım diğer Amerika parklarında olduğu gibi yılda 11 milyon ziyaretçi beklentisinin modellenmesiydi. Daha da önemlisi Amerika parklarında ziyaretçiler ortalama 3 gün parkda kalıyor ve otellerden yararlanıyordu. Sorun yaratan varsayım buydu zira Paris parkında ziyaretçi sayısı yine 11 milyon civarı olsa da parkta kalma süresi sadece 1 gün oluyordu. Sonradan anlaşıldı ki Amerika parklarında ortalama olarak 45 park etkinliği, hız treni vb. Vardı ancak Paris parkında bunların sayısı sadece 15’te kalmıştı ve bir gün hepsini deneyimlemek için yeterliydi. Bunu kimse düşünmemişti, bu da milyar dolarlık zararı ortaya çıkardı. Daha sonra Disneyland Paris yapılan müdahaleler ile olumlu bir noktaya gelse de küçücük bir varsayımın nelere yol açtığının çok güzel bir örneği. Christensen buradan yola çıkarak bizim de hem işte hem aile ortamında büyük kararlar almadan ve efor harcamadan önce temel varsayımlarımızı iyi analiz etmemizi öneriyor.

Disneyland Paris hakkında daha ayrıntılı bir analiz videosu da burada 🙂

Kitaptan kendime not aldığım önemli noktalar fazlaca devamını yazmaya başladım yakında paylaşacağım, umarım faydalı olur.

Görüşmek üzere…

Konu hakkında faydalı bağlantılar:

https://claytonchristensen.com/

Clayton Christensen hakkında videoların toplandığı bir playlist:

Sezgisel Değerlendirme – Heuristic Evaluation

Coursera’dan aldığım Human-Centered Design kursu farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlıyor diyebilirm. Kullandığım cihazlar, mobil uyglamalar, işim için kullanmam gereken programlar ve gezindiğim web sayfalarına baktıkça ne tarafları gelişmeli, kullanıcı nerede sorun yaşayabilir veya neler daha iyi olabilirdi diye bakabilmek beni aydınlatıyor. Tabi daha çok gidilecek yol var ama gördüğüm kadarı ile bu alan çok merak uyandırıcı, benim için özellikle eğitim odağı ile bakıp çok da iyi olmadığını düşündüğüm öğrenme ortamları dizaynı gelişimi konusunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda kurs kapsamında öğrendiğim Heuristic Evaluation – HE (Sezgisel Değerlendirme) hakkında kısa bilgiler paylaşacağım ama ona geçmeden şuna deyineyim, Coursera kursları gerçekten kaliteli ve çaba harcamanız gerekiyor özellikle ödevler (hazırlanıp sunmak zaman alsa da) çok faydalı.

Sezgisel Değerlendirme aslında dizayn sürecinin her aşamasında kullanılabilecek bir değerledirme yöntemi, fikir babası Jakob Nielsen. Nielsen tasarım dünyasında saygıyla anılan ve pek çok versiyonu olan tasarım bakış açılarının hepsi için katkısı olan bir guru. Halen çalışmalarını sürdüren Nielsen iyi bir tasarımı sağlamak amacıyla 90 lı yıllarda yaptığı çalışmaları bu alana sunmuş ve en çok anılanlardan birisi de Sezgisel Değerlendirme.

Çok basitçe tanımlamak gerekirse bu değerldirme tipi tasarımın işe yararlılığını ölçmek için kullanılabilecek pek çok yöntemden birisi ve alanından uzman değerledniricileri belirli kriterler sunuarak tasarımı değerlendirmeleri için kullanıyor. Kullanıcı testleri veya teknik testler gbi pek çok yönteme göre artı ve eksileri tabi ki var. Ancak özellikle elde edilen sonuçlar ve dünyadaki internet ve mobil tabanlı tasarım çözümlerinde hız ve verimlilik anlamında tercih edilen bir yöntem.

Konu hakkında Nielsen tarafında belirlenmiş 10 temel değerlendirme kirteri de var, bunlar zaman içinde çok uyarlanmış ve/veya değerledirilecek tasarımın alanı, gerekleri, hedef kitlesi vb. pek çok dinamiğe göre değiştirilebilir ancak halen tasarımların temel anlamda sağlam olmasını sağlayabilecek önemli bir kaynak.

Konu hakkında yukarıdakiler dışında bulduğum bazı kaynaklar da şöyle:

https://www.interaction-design.org/literature/topics/heuristic-evaluation

https://www.nngroup.com/videos/total-remote-ux/

Interaction Design – Tasarım Ama Nasıl?

Uzun süredir ilgimi çeken bir başlıkta Coursera üzerinden bir kurs almaya başladım ve bu kurs sayesinde öğrendiğim bilgilerden bazılarını sizinle de paylaşmak istiyorum. Kurs “interaction design (etkileşim tasarımı)” hakkında, konuyu temelden alıp çok güzel bir dille anlatıyor ve daha ilk derslerden çok faydalandığımı söyleyebilirim. Öğrenmek isteyenler için kurs bilgileri şöyle: https://www.coursera.org/learn/human-computer-interaction?

İlk derslerde öğrendiğim temel şeyler:

  • İyi bir tasarım görünmezdir. (good design=invisible) Yani tasarım kullanıcı tarafından doğal bir şelikde hareket edilmesini sağlamalı ve hiç fark edilmemeli.
  • Kötü tasarım insan hayatına, zamana ve paraya mal olabilir. Örnekler çok, ama mesela benzin göstergesi alakasız bir yere koyulmuş bir uçak paneli, gerekli sürede fark edilmeyi engelleyebilir.
  • Prototip yapmak tasarım sürecinin en önemli ayağıdır ve dikkat edilmesi gerekenler:
    • Prototip yapmak sınırsız soru sormayı gerektirir, ne kadar çok soru o kadar iyi çıktılar.
    • Prototip sona erdirilmek zorunda değildir.
    • Prototipleri kenara koyarak yenisine odaklanabilmeliyiz.

Tabi ki bu konuda uzun yıllardır çalışan firmalar da var ve yukarıdaki prensiplerin belki de konseptin doğmasına yaptıkları çalışmalar ile öncülük yapmışlar ve halen faaller. Önreğin Apple mousenu tasarlayan IDEO firması. Hikayesini bir slayt show ile sitelerinde anlatmışlar. Bu bağlantı ile https://www.ideo.com/about inceleyebilirsiniz. Hızlıca iki videoda da bakış açıları ve elde ettikleri sonuçları görebilirsiniz.

Mesela kurucularından birisinin ilk laptop tasarımı hakkındaki şu kısa videosu bence mükemmel ve tüm o tasarım sürecinde kalemin araya düşeceğini öngörmek inanılmaz:)

Bir diğer güzel videoda IDEO tasarım işleyiş sürecini görmemiz için vesile oluyor, günümüzde karşılaştığımız sadece tasarım değil tüm iş problemlerinde yaklaşım olarak faydalanabileceğimizi düşünüyorum.

Ideonun dili ile design thinking:

Son olarak Boeing kokpitinin tasarımlarında aktif olan Teague https://teague.com firması da bence inanılmaz işler çıkarmış. Zamanında ilk tasarım aşamasında bir uçağı hangarda maket olarak tüm ayrıntıları ile yapmışlar, kokpiti tasarlarken en küçük ayrıntıyı ve insanların gerçek hayatta ne yapacaklarını görebilmek için insanları ve uçuş ekibini gerçek bir uçuşa gelir gibi hazırlanıp maketin içinde yerlerine oturuncaya kadar izleyerek çalışmalarının sonuçlarını görmüşler ve defalarca bunu tekrarlayıp tasarımı ortaya çıkarmışlar.

Sonuç olarak tasarım hayatımızın tam ortasında ve her geçen gün önemi artıyor. Birileri de bu işe gerçekten kafayı takmışlar. Umarım ben de az da olsa öğrenebilirim.

Design photo created by freepik – www.freepik.com

Dünyanın En İyi Üniversitelerinden 10 Ücretsiz Ders

Önceki yazılarımda bahsettiğim MOOC kaynaklarını hep göz önünde tutuyorum ve fırsat buldukça kendim ve çevremdekiler için beğendiğim kursları inceliyorum. Bu yazımda Coursera sayfası vasıtasıyla ulaşılabilecek çeşitli alanlarda 10 farklı kursu sizinle paylaşmak istedim. Vakit ayırıp kendini geliştirmek için bulunmaz fırsat olan bu kurslar asıl olarak ücretsiz olmakla beraber bazıları ücret karşılığında uluslararası kabul imkanı sunan Verified Certificate de sunuyor.

Michigan Üniversitesi – Finansa Giriş (Michigan University – Introduction to Finance)

5 Ekim’de başlayacak kurs 15 hafta sürüyor ve finans konusunda temel noktaları katılımcılara sunmayı hedefliyor. Finans Profesörü Gautam Kaul tarafından aktarılan eğitim kendi alanında Coursera içerisinde en önde geliyor, Türkçe altyazı sunması da önemli bir artısı.

https://www.coursera.org/course/introfinance

Wesleyan Üniversitesi – Sosyal Psikoloji (Wesleyan University – Social Psychology)

Coursera kurslarında en fazla talep gören kurs olarak öne çıkan Sosyal Psikoloji insanoğlunu anlamak için güzel bir fırsat. Kursun son oturumu başlamış ancak halen kayır kabul ediyor. Yaklaşık 7 hafta süren kurs Profesör Scott Plous tarafından aktarılıyor.

https://www.coursera.org/course/socialpsychology

Pennsylvania Üniversitesi – Pazarlamaya Giriş (University of Pennsylvania – Introduction to Marketing)

İnsanların uzun süredir kafa yorduğu ve her geçen gün gelişen pazarlama kavramını daha iyi anlayabilmek için temelden hareket etmek gerekiyor. Bu anlamda Pazarlamaya Giriş kursu önemli bir kaynak, alanlarında öncü üç profesör tarafında aktarılan bu kurs müşteri karar süreçlerinde pazarlamanın nasıl daha etkin rol alabileceğinin temellerini anlamak için faydalı.

https://www.coursera.org/course/whartonmarketing

Duke Üniversitesi – Mantık ( Duke University – Think Again: How to Reason and Argue)

Neyi, neden yaparız, neden satın alırız, bazen çok mantıksız görünse de neden isteriz hiç bu sorular aklınıza takıldı mı? Bunlar olmasa da benzerleri kesin hepimizin aklından bir ara geçmiştir, işte bunların altında ne yatıyor neye göre hareket ediyoruz Mantık kursu bu temelleri bize aktarıyor.

https://www.coursera.org/course/thinkagain

Pennsylvania Üniversitesi – Operasyon Yönetimine Giriş (University of Pennsylvania – Introduction to Operations Management)

Süreç analizi, iş akışları, verimlilik ve kalite yönetimi gibi alanlarda çalışıyorsanız veya bu alanlarda kendiniz geliştirmek istiyorsanız dünya standartlarında bir öğrenme imkanı sunan kursu kaçırmamanızı öneririm.

https://www.coursera.org/course/whartonoperations

Edinburgh Üniversitesi – Felsefeye Giriş (University of Edinburgh – Introduction to Philosophy)

Felsefe konusunu hep merak edip bir türlü vakit ayıramadıysanız işte size fırsat bu kurs tam size göre, ilginç yanı da her alt başlığı ayrı bir eğitimcinin aktarıyor olması. Türkçe altyazı ile sunulması da ayrıca önemli bir yanı.

https://www.coursera.org/learn/philosophy/home/info

Stanford Üniversitesi – Makine Öğrenmesi (Yapay Zeka) (Stanford University – Machine Learning)

Dünyada yapay zeka ve makine öğrenmesi alanlarında çalışmaları ile tanınan öncü isimlerden Profesör Andrew NG tarafından aktarılan kurs alanında önemli bilgileri sunuyor. Kimilerine teknik gelecek olsa da bundan sonraki hayatımızın temellerinin atıldığı bir içerik olduğu kesin.

https://www.coursera.org/learn/machine-learning/home/info

Andrew NG – Yapay Zeka konusunda ilgi çekici bir aktarımı:

Stanford Üniversitesi & UBC – Oyun Teorisi (Stanford University & UBC – Game Theory)

Satranç, poker vb. pek çok oyun temel bir mantığa dayanır ve aslında fark etmesek de hayattaki pek çok şey siyasi partilerin yarışı, firmalar arasındaki rekabet ve tüketici hareketleri bu mantıktan izler taşımakta. Oyun Teorisi kursu bu temel mantığı açıklamayı hedefliyor. Yaşadıklarımızı daha iyi analiz edebilmek ve kimi zaman fark etmeden karşılaştığımız bu alt belirleyici teoriyi bilmek güzel olsa gerek.

https://www.coursera.org/course/gametheory

Kaliforniya Üniversitesi – Proje Yönetimi (California University – Project Management: The Basics for Success)

Proje yönetimi büyük kurumlarda özel ekiplere emanet edilen bir alan ve uzmanlaşma gerektirdiği durumlar çok fazla. Bunun dışında takım yönetimin de burada önemi yüksek. Bunların hepsi için Proje Yönetimi eğitimi önemli bir kaynak, temel tanımları, teknikleri ve yönetim esaslarını suna bir eğitim.

https://www.coursera.org/learn/project-management-basics

Pennsylvania Üniversitesi – Oyunlaştırma (University of Pennsylvania – Gamification)

Coursera’dan aldığım ilk kurs olan Oyunlaştırma bana önemli katkıda bulundu, özellikle Türkiye’de konu hakkında yapılandırılmış bir eğitim bulmak oldukça zor. Hayatın her alanında özellikle şu an çalıştığım İK ve eğitim alanında önemli yansımaları olan oyunlaştırmayı öğrenmek için çok önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.

https://www.coursera.org/course/gamification

Öğrenmenin Yeni Şekli – MOOC

MOOC – Massive Open Online Classroom – wikipedia Türkçede uzun süre içerik bulamamıştım, geçenlerde baktım güzel bir tanımlama yapılmış: Kitlesel çevrimiçi açık ders.

Teknik tanımını aşarsak 2012 yılında ilk kez tanıştığım bu yeni öğrenme şekli bana ne ifade ediyor kısaca değineyim;

  • Açık – yani kimsin, nesin, kaç yaşındasın, tc kimlik no vb. geçelim bunları ne olursa nerede olursan, nasıl olursan ol yeter ki öğrenmek iste (başlarda ücret konusunda daha “açık”lardı şu sıralar bakıyorum artık içerikler ücretli olmaya başladı :))
  • Kalabalık – en son aldığım kursta 10 binlerce kişi vardı, siz düşünün yoklamanın zorluğunu 🙂
  • Teknolojik – teknolojinin her hali kullanılıyor diyeyim, Eğitim Yönetim Sistemleri, video içerikler, online testler, ortak değerlendirme ve sınav sistemi, sosyal medya grupları vb. yani öğrenmenin yeni hali…
  • Gelişim – Öğrenmek teknik olarak mümkün, çok teknik bir bilgisayar eğitimi için bile bir kaynakken, Çince öğrenmek için veya Topluluk Önünde konuşma için de bir kaynak olabiliyor kısaca isteyenin her anlamda gelişebileceği bir ortam
  • Gelecek – Nasıl gideriz bilmiyorum ama hem kurumsal anlamda hem üniversitelerimiz için buradan görünen yeni denizler kıtalar gibi geliyor bana şu ana kadar dünyanın kaplumbağa sırtında olduğunu düşünüyorduk sanırım, MOOC eğitim dünyasında yeni bir keşif olacak o kesin 🙂
  • En iyiler – Stanford, Duke, UCLA vb. Amerika ve Dünya’nın en iyi üniversiteleri bu alanda içerik sunuyor ve gelişiyor, bunlardan ders almayı hayal etmek bile bir zamanlar hayaldi – Kısaca artık hepimiz için “Oxford var gidebiliriz”

Coursera kurucularından Daphne Koller’in konu hakkındaki bir Ted Konuşması:

Kendini geliştirmek isteyen birisi için öğrenmenin bu yeni şekli bence bulunmaz nimet, MOOC’lardan bildiklerimi aşağıda sıralıyorum. Tarz ve içerik sunma mantıkları farklı olsa da her isteğe özel bir sayfa var. Umarım yararlı olur.

www.coursera.org

https://www.edx.org/

https://www.futurelearn.com/

https://www.udemy.com/

https://www.france-universite-numerique-mooc.fr/cours/

https://www.udacity.com/

https://iversity.org/

http://www.khanacademy.org.tr/

https://novoed.com/

https://www.class-central.com (MOOC listesi)

Öğrenmek Ne Kadar Sürer? Ara Zili Ne Zaman Çalacak?

Şimdiye kadar öğrenme işine kafa yorduğum için  öğrenme süresinin belirlenmesi, algının ne kadar açık kaldığı ve en etkin öğrenme süresinin ne olduğu hakkında pek çok araştırma okudum. Çoğunda algının ne kadar açık kaldığı, bunun 5 dakika olduğu, kimi zaman 20 ye kadar uzadığı ardından öğrenmenin zorlaştığı gibi bilgiler hep söylenir durur. Peki ya asıl konuya gelelim ara zili ne zaman çalacak?

Evet hepimiz hatırlarız ilkokuldan bu yana bir zil bizi koşulluyor, şimdi beynini aç içine biz bilgi koyacağız şimdi kapat. Bizde bu zil çoğu zaman çok yüksek sesle veya zamansız çalan “zırrrlamaydı” şimdi bakıyorum okuluna göre şarkılar türküler… ama mantık aynı. Bizim yetişkin eğitimlerine gelelim, zil yok… yani koca adamlara üniversitede iş eğitimlerinde zil mi vereceğiz ayıp yahu demiş birileri sanırım, ama mantık aynı zil yok da yerine zil yerine geçen süre takip eden arkadaşlarımız ve hocalarımız var, biraz geçerse bakıyorsun hareketlenmeler falan 🙂 yani adam 15 yıl tabi olunca kurtulamıyor bu alışkanlıktan oysa şunu sormak, düşünmek doğru değil mi yukarıdaki gibi ben orada değilsem zil ne yazar veya zil olmadan mı ben bu yaşıma geldim öğrendiklerimi sadece bu ortamlarda mı öğrendim belirli süreler, belirli ortamlar, hocalar, tahta üzeri yazılı çizili sıralar olmasa öğrenmez miyim….

Peki şimdi bunlardan sonra soruyorum madem biz geliştik, yani artık öğrenme işinin çok daha farklı halde ilerlediğini her an her yerde olabildiğini çok basit, aynı zamanda komplike olabileceğini öğrendik de ben niye hala değişen bir zamanlama hiç görmedim, merak ediyorum neden hala eğitimler 45dak veya 1 saat oluyor. Örneğin genelde kişisel gelişim eğitimlerinde aktarımcı diyor ki;  işte algınız şimdi 20 dakika civarında dağılacak falan anlatıyor… evet dağılacak sen ne yapıyorsun bunu için diyesim var 🙂 O zaman neden senin eğitim 45 dakika bunu sormamak elde değil.

Benim konudaki görüşüm şu, şu an biz sanayi devrimi sonrasında oluşan “eğitme” bilincindeyiz, hala okullarımız, iş eğitimlerimiz her şey daha bunun etkisinde, bunu standart olarak kabul ediyoruz 45 dak ders 15 dak ara. Ancak o zaman ki şartlarda – sınırlı kaynaklar, tek öğrenme kaynağı kitap (o da varsa) öğretmen (şu an bile sınıflarda Türkiye’de öğretmen kıtlığı var) başka öğrenme yolu yok, ondan 40 -50 kişilik kitleyi sınıfa toplamak sabahtan akşama ders yapmak o ortamda en mantıklı yol tabi. Tabi bu ortamda bilgi zaten kısıtlı, öğrenmeye aç bir kitle var, algı dağıtıcı yok tam tersi algı yönlenecek alan arıyor… Burada isterseniz 10 saat aralıksız yapın fark etmez.

Ama bugüne bakarsak, iyi, meraklı, öğrenme isteği yüksek, biraz vakit ayıran bir katılımcı düşünelim (bizim iş odaklı dersimiz olsun veya bir üniversite dersi) derse gelmeden o içeriği, çok daha fazlasını öğrenecek kaynaklara sahip. Hatta bu imkan öyle artmış halde ki ona sunulmayanı dahi alabiliyor, örneğin, Türkiye’de şu an adam gibi bir Gamification / Oyunlaştırma içeriği bulamazsınız ama ben yerimden kıpırdamadan, bedelsiz, biraz çaba harcayarak bu içeriğe konu hakkında belki de dünyadaki en iyi hocadan eğitim alarak ulaştım.(Nasıl olduğunu başka bir yazı ile kısaca anlatacağım ama merak edenler için bir MOOC olan Coursera’dan Pennsylvania Üniversitesinden ders alıp sertifika aldım. Not: Koç Üniversitesi ile yapılan işbirliği ile Türkçe alma imkanı da sonra eklendi https://www.coursera.org/course/gamification )

Sonuç hala şablonlarımız bundan 50 yıl öncesine ait ama içerik, araçlar, katılımcılar, algıyı dağıtacak etkenler çok ileri gitmiş halde, buna bugün olmasa da yarın el atacağımız kesin sadece birinin ilk taşı atması gerekiyor… Belki biz oluruz..

“öğrenme” Nasıl Olur?

papierschiff-275912_1280

Asıl olarak burada paylaşacağım her içeriğin temelinde “öğrenme” olacak, bu blog ve aslında hayatımızın her alanında  “o an” oluşurken öğrenme belirleyici, buna inanıyorum.

İşim gereği öğrenme nasıl olur, birey nasıl öğrenir ve uygular vb. soruların cevabını çok aradım, bu ve benzeri soruların bilimsel temelde önemli dayanakları var tabi ki, ancak ben şu an bu ayrıntıya girmeden kısaca aklımdan geçenleri paylaşmak istiyorum.

Bu bloğu açarken ve öncesinde uzun bir zamandır düşündüğüm öğrenme aslında insan varlığının temeli, zira ilk günden son güne kadar her anımız bir öğrenme aktivitesi başlangıcı veya sonucu, zira doğadaki varlığımızın en önemli temeli olan gelişmiş zekamız sınırsız olabilecek bir öğrenme imkanına sahip. İnsanoğlu bugüne gelmesinde ve yarına gideceği yerlerde öğrenme kılavuzluğu ile hareket ediyor. Bir bebek öğrenme yetisi ile ateşin sıcak olduğunu, yüz ifadelerini, adım atmayı, konuşmayı ve ve her an yeni bir şeyi keşfediyor daha doğrusu öğreniyor.

Böyle baktığımda biz şu an ne isek; iyi veya kötü, gelişmiş veya geri, doğru veya yanlış hepsi öğrendiklerimizin veya öğrenemediklerimizin sonucu, insanların doğdukları anda bir sağlık sorunu yoksa sıfır noktasında başladıklarını düşünürsek öğrenme bu süreçte şu anı belirleyen en önemli kaynak…

Peki maden bu kadar önemli nasıl oluyor bu iş, nasıl oluyor da öğreniyoruz?

Bilimsel anlamda öğrenme hakkında farklı görüşler olsa da ben kendi deneyimlerimden yola çıkarak şöyle diyebilirim. Bilmediğim bir şeyi fark etmek, bilir olmak, hayatımda bu öğrenme sayesinde sonuç olarak yapar olmak benim için en kısa haliyle öğrenme. Şöyle özetleyebilirim bir kağıt parçasından kayık yapmak gibi.

İlk anda bana bir şey ifade etmeyen bir kağıt var…

İkinci anda nasıl yapıldığını görerek veya okuyarak öğrendiğim an var.

Son olarak da karşımda biraz uğraşarak yaptığım bir kağıt kayık var.

Bilmiyordum, fark ettim, merak ettim, öğrendim, yaptım, mutlu oldum.

Benim için öğrenme böyle oluyor 🙂

Burada olmak…

rail-road-191097_1280

Babam bir köyde büyüdü, anneannem bir köy öğretmeniydi ikisinden de az da olsa hikayeler dinleme fırsatım oldu. Zor hem de çok zordu bu işler, bilen bilir… Babam köyde okula gitme fırsatı yakalamış, kendini şanslı görür hep. Okumak isteği o kadar yoğun ki, elde de sınırlı kitap var, şehirden gelmiyor, basılı yazı olan ne olursa olsun bir fırsat, bir gün akıllarına geliyor arkadaşları ile tren yolunun yanına gidip bakınmaya başlıyorlar, hayvanları otlatırken bir arkadaşları gazeteye benzer bir şey gördüğünden bahsetmiş, hepsi arıyorlar çevreyi… tam o sırada bir tren geçiyor ve işte o an trendekilerden biri çocukları görüyor ve seslenmelerinde anlıyor atıveriyor elindeki 5-10 sayfalık gazeteyi camdan… sonrası sormayın artık mutluluk işte…

Şu an buradayım,  yazıyorum, yazdığım üzerine harfler iliştirilmiş plastik tuşlar, şu an okunacak milyonlarca şey önümdeki ekranda beni bekliyor… buraya gelmek hepimiz için kolay olmadı, çoğumuz bilmiyor, biz daha şanslıydık, her gün vazgeçmeden ileriye gitti insanoğlu. Bazen aklınıza geliyordur yarın ne olacak, bilmek zor… ama şu kesin biz insanlar ilk günden son güne kadar öğreneceğiz, bunun için çabalayacağız. Ne isek ne olacaksak veya olmayacaksak hepsini öğreneceğiz, okuyacağız…

Bloğumda ne mi anlatacağım? Başladım bile anlatmaya bakın işte öğreniyorum, öğreniyoruz, öğrenmek istiyoruz işte bunu anlatacağım…