Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 2

  • Ask right questions Doğru sorular: Bir önceki adımda varsayımların ne kadar kritik olabileceğini gördük. Christensen bu sorunu aşabilmek için bazı önlemlere vurgu yapıyor. Birincisi doğru soruları sorabilmek (bu iş göründüğü kadar kolay değil…) ikincisi varsayımların karar vermedeki rolünü ele alıp kiritkliğine göre üzerinde durma kararını oluşturmak ve son olarak da varsayımlar ile uğraşma noktasında yoldan sapmamak ve asıl amacı unutmamak. Buradaki yöntemlerden birisi şöyle; karar alırken ekibin size sunduğu ve iş planını dayandırdıkları varsayımların hepsinin listesini isteyin ardından bunların gerçekleşme oranını karşılarına yazmalarını ve buna göre sıralamalarını isteyin. Buradaki sıralama gerçekleşme oranı en yüksek olandan en düşük olana göre olmalı. Bu noktadan sonra da en üstte yer alan varsayımları belli bir sıraya ininceye kadar çok maliyetli olmadan test etmek ve bu sayede alınacak kararın dayandığı varsayımları somutlaştırmak. (“What assumptions have to prove to be true?”)
  • Watch where your resources flow – Kaynaklarını doğru kullan: Zaman, para, işgücü gibi kaynakları çok iyi yönetmeli ve doğru yöne aktıklarından emin olmalıyız, eğer bunlara özen göstermezsek takip ettiğimizi düşündüğümüz stratejiden çok uzaklaşırız ve boşa emek harcamış oluruz. Kaynaklar sınırlı olmasaydı keşke, ama mümkün değil. Bu noktada beynimize neyi önceliklendireceğimiz hakkında bir filtre takmalıyız. Hayatımızda alacağımız kararları bu filtre sayesinde kısa süreli kazançlara değil de ömürlük çıktılara odaklamalyız. (Not immediate returns, choose lifetime returns) Kendinize şu soruyu sorun yıllar sonra ne sizi mutlu edecek? İşte yükselme mi, iyi çocuk yetişrebilme mi, bir şeye sahip olma mı? Asıl soru bu… Ardından kaynakları buna göre dağıtıp, devamlı kayma olmasın diye kontrol etmek gerek, devamlı soru sorarak kontolü elde tutmak lazım. Bu noktada uzun dönemli strateji seçimi çok zor bir süreç ! zira örneğin çocuklarınız hakkında zamanınızı ayırmamanın sonuçları iş yeri gibi değildir, anında veya kısa sürede görülmez yıllar sonra etkisi görülür ve çok geç olabilir…
  • Invest your time early as possible to your child – Çocuklarınıza olabildiğince erken vakit ayırın: Çocukların gelişiminde erken dönemde ailenin etkisinin çok büyük olduğunu belirten Christensen, çocuklarımıza ayıracağımız zamanın beyinlerindeki gelişime somut etkisini vurguluyor. Özellikle onları karşımıza alıp konuşmak, hikayeler anlatmak, hayal kurmak ve ekstra konuşmalar (language dancing – standart konuşmalar – mesela yemeğini ye, şunu giy vb yerine varsayımlar hakkında konuşmak yerine örneğin şöyle olsaydı ne yapardın, şunu denesen nasıl olur gibi ekstra konuşma ve sorular) yaparak beyinlerinin gelişimine inanılmaz katkılar yapmanın uzun yıllar sonucunda görülecek olumlu etkilerinden bahsediyor. Ek olarak hayatta karşılarına çıkacak sorunları aşmada çocukların bu sohbetlerden çok beslendiğine değiniyor.
  • Jobs-to-be-done theory – İhtiyaca / işe yaramak: Tam olarak Türkçe çevirisini belirleyemesem de Christensen tarafından aktarılan ve oldukça popüler olan bu yaklaşım gerçekten kıymetli. Üzerine pek çok çalışmanın ve ayrıntılı örneklerin olduğu bu konuya özet olarak değinmek gerekirse bir ürün geliştirirken veya sorun çözerken konuyu ele alma biçiminde müşterinin ihtiyacı olan noktayı, ürünün/çözümün onun ne işine yarayacağını, hangi sorununu çözeceğini asıl olarak ele almak olarak açıklayabilirim. Christensen şöyle aktarıyor: “Biz ürünleri bir işimizi görmeleri için kiralarız.” Özellikle yaratıcı startup çözümlerinde ve şu an önde gelen pek çok markanın yarattığı ürünlerde genel kullanıcı grubu (demografik, ürün bazlı gruplamlar) varsayımlarından ziyade müşterinin sorununa / o sıradaki iş ihtiyacına odaklanma yaklaşımı başarılı olmuş gibi görünüyor. Christensen bu noktada İkea örneğine de değiniyor. İkea’nın tam da insanların ihtiyacı olduğunda, bir üniversite öğrencisi ev kuracakken veya evde çalışma ortamı yaratacak olan bir beyaz yakalının arayışında yardımına koştuğunu belirtiyor. Bu noktada müşteriler İkea’ya gittiklerinde her şeyi bir arada bulabiliyorlar, ayrıca acıkırlarsa aynı yerde yiyecek de yiyebiliyorlar ek olarak ürünler araç bagajına sığabilecek şekilde kutulanmış durumda, sığmasa bile İkea taşıma işini de aynı yerde kendisi sizin adınıza hallediyor. Burada müşterinin “tüm işleri halledilmiş oluyor”.

Ayrıca Christensen aynı yaklaşımı bir fast food zincirinin daha iyi milkshake üretme sorunun çözmek için de kullanıyor. Bu örnekte aslında önce müşteri gruplarına odaklanan çalışma yapılmış ancak sonuç alınamamış. Daha sonra müşterinin neden milkshake aldığına odaklanmışlar. Önce satın alma saatlerine, nerede tüketildiğine ve yanlız mı grup olarak mı alındığı gibi sorulara odaklanmışlar. Sonuçta “milkshake”i işe giderken aldıklarını, trafikte yemek yemenin zor olduğunu, işe gidinceye kadar sabah saatlerine bu içecekle işe kadar idare ettiklerini, pipetin de çok geniş olmaması nedeniyle uzun süre içerek gidebildiklerini ayrıca şekerli olsa da süt bazlı olmasının nispeten daha sağlıklı ve tok hissettrdiğini anlamışlar. Yani, milkshake’in onlar için bu sayılan işleri yerine getirdiği anlaşılmış, sonrası buradan ve diğer saat dilimlerindeki satın alımları araştırmadan yola çıkarak ürünü geliştirmek olmuş ve önemli başarı elde edilmiş. Bu noktada okuyucu için de Christensen bu teorinin yansıması olarak şu soruyu soruyor “Siz hangi iş için görevlendirildiniz? – What job are you being hired for? (both professionally and privately)” Bunu iyi bilmenin ve buna göre hareket etmenin aile ilişkilerinde veya işyerinde daha mutlu olmamızı ve daha az sorun yaşmamıza neden olacağını vurguluyor.

Yaklaşım hakkında bir çalışma için bu linke bakabilirsiniz: https://hbswk.hbs.edu/item/5170.html

Ayrıca “Milkshake” hakkındaki video da burada:

Daha uzun ancak çok kıymetli bir konuşma – Netflix Kurucu ortağı Reed Hastings (Jobs to be done yaklaşımı da konuşmanın içinde geçiyor) :

Bu yazıyı takiben bir yazı daha yazıp sanırım kitaptaki özet bilgileri toparlayabileceğim, umarım faydalı olur. Görüşmek üzere.

Background photo created by topntp26 – www.freepik.com

Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 1

Clayton M. Christensen ile Youtube kanalını izlediğim bir öğrenci sayesinde tanıştım. Aslında kendisi 21. yüzyıl teknoloji temelli gelişim sürecinin mimarlarından çok ünlü bir akademisyen. Ben geç tanışmışım ve aslında asıl ünlü olduğu çalışmayı (Disruptive Innovation) değil de nispeten daha az bilinen bir kitabını okudum. Kendisi hakkında çok şey anlatmama gere yok aslında biraz merak edenler Wikipedia bağlantısından bilgi edinebilir. Akademisyen ve danışman olan Christensen için kısaca kendime şunu dedim:

Ne yazdıysa oku, hakkında bulduğun videoyu izle 🙂

Peki okuduğum kitap neyle ilgili? Aslında adı üstünde “Hayatını nasıl değerlendirirsin?” Bu soruyu sorup, kitabı yazan Clayton Christensen olunca işin önemi artıyor. Zira geldiği noktada bu soruyu ne amaçla sordu, neyi vurguluyor insan merak ediyor?

Ben bu kitabı Storytel uygulamasından okudum/dinledim. Storytel uygulamasını uzun bir süreden bu yana kullanıyorum. Benim kitap okumama büyük katkısı oldu, özellikle ingilizce içeriklere ulaşmak ve bunu aylık olarak ödenen bir kitap parası gibi düşük bir ücretle binlerce kitaba ulaşrak yapmak bence mükemmel. Storytel ve öğrenme sürecime katkısı hakkında ayrı bir yazı da yazacağım.

Ben kendime aldığım notlardan önemli olanları aşağıdaki şekilde paylaşmak istedim, bazıları benim yorumlarımı da içeriyor umarım faydalı olur. Bu arada yazdıkça fark ettim ki bu içeriği parçalı sunmak daha mantıklı zira yazılacak çok şey var şimdilik ilk kısmı paylaşıyorum, devamı da gelecek.

  • Unanticipated  / Emergent Strategy” – Beklenmedik Strateji:  Bu kavram aslında uzun planlara dayanan kapsamlı stratejiler yerine plan dışında olan olaylara ve çevredeki gelişmelere göre hızlıca adapte olup strateji geliştirebilmek ve bunun sonucunda da asıl stratejiden elde edilecek faydadan çok daha fazlasını elde etmek olarak açıklanabilir. Buna örnek olarak Honda motorsikletlerinin Amerika pazarına girişini örnek veriyor Christensen. Burada hikaye uzunca olsa da kısaca aktarmak istiyorum çünkü çok ilginç. Herkesin bildiği üzere Amerikan pazarı hikayenin geçtiği 1960’lı yıllardan bu yana büyük hacimli Harley Davidson tarzı motorsikletler tarafından domine edilmiş durumda. Honda da aslında çok uzmanı olmasa da bu tip motorlar ile pazara giriyor ilk aşamada, sınırlı satış yapabilse de bir süre sonra bu motorlar Amerikanın otobanlarının uzun düzlüklerinde yüksek süratle kullanılma sonucunda pek çok teknik sorun çıkarıyor ve bakım sorunları çözülemiyor bu da zaten zor olan bir pazarda Honda’yı neredeyse hiç satış yapamaz duruma getiriyor. İşte tam bu sırada Honda satışcıları Amerika’ya Honda’nın asıl uzmanı olduğu düşük hacimli, Japon’ya da kurye teslimatları ve şehir içi kısa mesafe kullanımı için kullanılan ve çok popüler olan Super Cub motolarından getiriyorlar. Bunlar Amerikan müşteri kitlesi için o zamana kadar yapılan hiç bir ön pazar analizinde çıkmayan, pazarı olmayan ve bir nevi bisikletten farkı olmayan ürünler. Bunları pazara sürmeyi Honda ekibi başta düşünmüyor zaten. Sadece hafta sonu gezmek için getiriyorlar ülkeye. Sonra bir gün Los Angeles dağlık bölgelerinde bu motorlar ile geziye çıkan bir kaç Honda çalışanı insaların ilgisini çekiyor. Bir kaç kişi bu, pratik, kullanması kolay, atik, bakımı kolay ve küçük motorsikletleri görüp satın almak istiyor. Bir kaç adet getirdikten sonra, Sears satış kataloğundan satış ekibinin ilgisini çeken Super Cub bir anda kataloğa giriyor ve inanılmaz satış rakamları geliyor. Sonrası zaten tahmin edersiniz. Honda Amerika pazar stratejisini bu duruma gore adapte ediyor, sonuç pazarda sıfırdan %63 pay sahipliğine giden bir resim çıkıyor ortaya.  Christensen de bu örnekten yola çıkarak bize şunu söylüyor hayat büyük stratejilerin yanı sıra asıl olarak bunun gibi anlık adapte olma gerektiren şans değerlendirme potansiyellerinden oluşur bunları görmek lazım, hazırlıklı olup durumu hızlıca idrak edebilirseniz sizin için yeni bir kapı açılabilir. Kendisnin yaşının ilerleyen zamanlarında Harvard akademisyeni olabilmesinin de buna benzer bir durum olduğunu söylüyor. Bu nedenle her an durumun gereklerine adapte olmak ve stratejimizi kökten değiştirmek gerekebilir hazırlıklı olmakta fayda var 🙂

Honda örneği hakkında yapılmış kısa bir yazı ve kapsamlı bir araştırma aşağıda yer alıyor:

https://hbr.org/2011/02/lessons-from-hondas-early-adap

https://www.hbs.edu/faculty/Publication%20Files/17-016_2664e889-da2d-4f34-a8d6-7da0648cc33c.pdf

Super Cub motorlarının hikayesini anlatan iki video, birisi de Jay Leno ile çekilmiş:

  • “Assumptions becoming reality” – Gerçeğe dönüşen varsayımlar  – Burada vurgulanan, hem aile ilişkilerinde hem de işyerlerinde önemli kararlar alırken veya tartışma esnasında bize yön verecek varsayımların en başta ele alınması gerektiği. Bunların aslında hiç olmaması gereken veya yanlış / iyi analiz edilmemiş varsayımlar olup olmadığını bilmek çok önemli çünkü Christensen pek çok firmanın başta iyi analiz edilmemiş varsayımlara göre karar aldığını aslında bu varsayımların uzun süren ve inanılmaz maliyetlere yol açan projeleri tetiklediğini ve bunların da çoğunlukla süreç sonunda başarısız olduğunu vurguluyor. Bu konuda örneği de Walt Disney ailesinden veriyor, dünyada devasa parkları ve inanılmaz ekonomik büyüklüğü ile bilinen bu kurumdan bir örnek ile konuyu aktarıyor. Yıllar önce Disneyland Paris kuruluşunda yaşanan durum güzel bir örnek.  Disney yöneticileri Paris parkını dizayn ederken Amerika’daki başarılı parklarından ve oradaki müşteri analizlerinden yola çıktılar ve temel varsayımlarını Paris parkı yatırımlarına da uyguladılar. Ancak çok büyük bir hüsran ile Disneyland Paris ilk iki yıl diğer parklara göre bekleneni vermekten çok uzak kaldı, hatta 2 yılda 1 milyar dolar zarar etti. Evet inanılmaz 🙁 Süreci ele alan Disney yöneticileri ilerleyen dönemde geriye dönüp baktıklarında şunu fark ettiler. Bazı  varsayımların sorun yarattığı ancak çok normal gibi ele alınıp yola devam edildiği ortaya çıktyı. Paris parkı için ilk planlamalar yapılırken ana varsayım diğer Amerika parklarında olduğu gibi yılda 11 milyon ziyaretçi beklentisinin modellenmesiydi. Daha da önemlisi Amerika parklarında ziyaretçiler ortalama 3 gün parkda kalıyor ve otellerden yararlanıyordu. Sorun yaratan varsayım buydu zira Paris parkında ziyaretçi sayısı yine 11 milyon civarı olsa da parkta kalma süresi sadece 1 gün oluyordu. Sonradan anlaşıldı ki Amerika parklarında ortalama olarak 45 park etkinliği, hız treni vb. Vardı ancak Paris parkında bunların sayısı sadece 15’te kalmıştı ve bir gün hepsini deneyimlemek için yeterliydi. Bunu kimse düşünmemişti, bu da milyar dolarlık zararı ortaya çıkardı. Daha sonra Disneyland Paris yapılan müdahaleler ile olumlu bir noktaya gelse de küçücük bir varsayımın nelere yol açtığının çok güzel bir örneği. Christensen buradan yola çıkarak bizim de hem işte hem aile ortamında büyük kararlar almadan ve efor harcamadan önce temel varsayımlarımızı iyi analiz etmemizi öneriyor.

Disneyland Paris hakkında daha ayrıntılı bir analiz videosu da burada 🙂

Kitaptan kendime not aldığım önemli noktalar fazlaca devamını yazmaya başladım yakında paylaşacağım, umarım faydalı olur.

Görüşmek üzere…

Konu hakkında faydalı bağlantılar:

https://claytonchristensen.com/

Clayton Christensen hakkında videoların toplandığı bir playlist: