Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 3 ve son

School of experience – Deneyimlerin Önemi

Christensen kitabında çocukların yetişme süreçleri ve bu anlamda ebeveynlerin katkılarına da farklı başlıklarda vurgu yapıyor. Ailelerin yaşantısının teknoloji, modern ekonomik düzen ve refah seviyesinin artışı gibi nedenlerle değişmesinin etkilerinden birinin daha fazla ev işinin veya evde aile fertlerinin sorumluluğunda olan işlerin dışarıdan hizmet alınarak veya makineler ile yapılabilir hale gelmesine vurgu yapıyor. Burada temizlik, ütü, basit tamirat, çamaşır vb. eskiden aile fertlerinin arasında bölüştüğü sorumlulukların hizmet olarak alınmasının çocukların gelişimine etkisi olabileceğinden bahsediyor. Çocuklara sorumluluk vermenin ve onlara hata yapma ve öğrenme fırsatı tanımanın çok önemli olduğunu vurguluyor.

Burada kullandığı iş hayatından bir örnek de gerçekten çok ilginç. Dell uzun yıllar önce piyasada daha hakim ve güçlü bir konumdayken pek çok işini o zamanlar sadece bir tedarikçi ve fason üretici olan Asus firmasından hizmet olarak almaya başlıyor. Bu aslında mali olarak çok da mantıklı ve Dell gelirleri açısından ilk zamanlarda çok verimli oluyor. Ancak zaman içerisinden Asus o kadar deneyim ve saha tecrübesi ediniyor ki şu anda da hepimizin bildiği gibi bilgisayar pazarının önemli bir oyuncusu konumuna geliyor. Burada kritik olan şey bazı şeyleri tabi ki hizmet olarak almak hem insanlar için hem de firmalar için mantıklı olsa da asıl varlık nedenini dışarıya çıkarmak, hizmet alımı haline sokmak her zaman çok dikkatli ele alınmalı ve sakınılmalı, zira bir gün varlık nedeni ortadan kalkabilir veya ikame edilebilir.

Günümüz ailelerinin iş ikamesinden sağlanan zaman ve efor kazancını çocukları kurslara ve spor faaliyetlerine göndererek giderdiklerini ancak bunun da her zaman benzer etki yapmayacağını, bu tip faaliyetlerin daha çok ebeveyni tatmin etmeye yönelik olduğunu ve çocuğun yeni bir yeteneği öğrenmesi, bir zorluğu alt etmesi ve hayat dersi çıkarabileceği imkanları sınırlı olarak yaratabildiğine değiniyor.

Bunlar yerine veya ek olarak yapılacak şu; çocuk kendi gelişlimi için kendi isteğiyle, tabi burada veli yönlendirmesi ve alternatifler sunulması önemli, herhangi bir aktiviteye yönelmeli ve orada tamamen kendi çabası ile başarı veya başarısızlık ile karşılaşmalı. Bu durum çocuğa sadece o sporu veya etkinliği öğretmek gibi bir görevi değil de çocuğun öğrenmeyi öğrenmesini, yeni bir yeteneği kazanmak için çaba harcamayı öğrenmesini ve hatadan ders çıkarmayı bilmesini sağlayacaktır.

Geldiğimiz noktada asıl olanın, deneyim (school of experience) ile edineceklerimiz ve mümkün oldukça deneyimi şekillendirmeden nasıl olduysa öyle yaşamamız gerektiği oluyor, tabi ki her durumda elimizden gelen en iyiyi hem kendimiz hem de çocuklarımız için yapmalıyız ancak hata yapmak ve bunlardan alınacak dersi de unutmamak lazım, terslik veya yanlış seçimlerin hiç olmadığı bir ortam sadece rüyalarda olur ve bu rüyada büyüyen kişi gerçeği gördüğünde ne yapacağını bilemez.

Yapılabilecek şeylerden birsi de çocukların gelişimi için onlara sorumluluk vermek, örneğin pikniğe veya kampa giderken kendi çantasını hazırlamasını söylemek ve eksik bir şey olursa da mümkün oldukça tamamlamamak ve sonucunu görmesini sağlamak, bu pek çok durum için çeşitlendirilebilir. Herkesin başına gelen son dakika ödevlerin yetiştirilmesi konusunda da mümkün olduğunca ve ne kadar çocuğumuza iyilik yaptığımızı düşünsek de devreye girmeden çocuğun sonuca katlanmasını sağlamak önemli.

Christensen kendi hayatından bir örneği de paylaşıyor, annesinin 6 çocuk ile uğraştığı için kendisine pek çok sorumluluk verdiğini bunlardan birsinin de kendi çorap deliklerini dikmek olduğunu anlatıyor. Bunun kendisini çok zorladığını ancak zamanla iyi bir dikiş yapabilir olmasından ve her baktığında çorap deliğindeki yamayı kendi yaptığı için gurur duyduğundan bahsediyor. Burada ne kadar küçük önemsiz olsa da çocuğun “bunu ben yaptım” diyebilmesinin önemini vurguluyor.

Family culture to set – Kültür oluşturma

Bir ailenin veya şirketin aslında en önemli dayanağı, oluşturduğu kültürdür, zira çocuklar aileden hangi değerleri öğrendilerse o değerler ile hayatta yalnız kaldıklarında yaşarlar ve gelişmeye devam ederler. Bu şirketler için de geçerlidir.

Bir aile olarak bu konuda ne yapılabileceğine gelirsek, öncelikle Christensen ebeveynler olarak oturup ailemizin değerlerinin ne olacağını belirlemeyi ilk iş olarak önümüze koyuyor. Örneğin çalışkanlık, yaratıcılık, saygı ve benzeri değerler için karar verip temel olanları seçmek ve tüm hayatımızı buna göre yaşamak önemli, yaptıklarımız da bunları hep desteklemeli. Örneğin tamir edilecek bir şey varsa ve biz yapabiliyorsak onu hemen yapmalıyız ve çalışmaktan kaçmamalıyız zira çalışkan olma değerimizi en küçük yaştaki çocuğumuzdan ergenlik çağındaki çocuğumuza kadar hissettirebilelim hatta bu çalışmaları aile içinde iş bölümü ile yaparsak ve keyif aldığımızı hissettirerek devam edersek ailede neyin değerli olduğu net bir şekilde gösterebilmiş olabiliriz. Bu, kültürü inşa etmektir ve bir seferde olmaz o yüzden ebeveynler olarak her fırsatta bunları destekleyecek somut hareketler ile harekete geçmeliyiz ve denemekten vazgeçmemeliyiz. Ne kadar yorgun olsak da veya zamanımız olmasa da aile kültürümüzü yaratmak için vazgeçmeden devam etmeliyiz.

Burada da en başta bahsettiğimiz kaynak aktarımı, ani planlar ve zamana yaygın uzun dönemli planlar devreye giriyor, burada bize hangi kaynakları ve durumu ele alarak neyin bizim temel değerlerimiz olduğunu belirlemek kalıyor. Bu kolay olmasa da yapılması gereken bir adım. Değerler belirlendikten sonra tüm fertlerin buna uyması ve genel bir uyum durumu önem taşıyor.

Full value thinking vs marginal thinking theory – Blockbuster – Netflix Örneği

Christensen kararlarımızda nasıl bir bakış açısı ile bakmamız gerektiğini ve bunun nelere mal olabileceğini de ayrıntılı olarak ele alıyor. Firmalar ve bizler aslında hareketlerimiz belirlerken marjinal ve toplam maliyet hesabı bakış açıları ile hareket edebiliyoruz. Bunlar içinde bulunduğumuz duruma göre iyi ele alınması gereken yöntemler, hep birisine odaklanmak ve esnek olmamak bize kaybettirebilir. Burada kritik olan daha önce de bahsedildiği gibi durumu iyi analiz ederek gerekeni yapabilmek.

Burada güzel bir örnek ile devam edebiliriz, Christensen bu konuda kitabında ayrıntılı bir kısım paylaşmış ben olabildiğince özet olarak aktaracağım.

Blockbuster Amerika’da uzun yıllar boyunca VHS kasetler ile film kiralama pazarında en büyük oyuncu olarak faaliyet gösterdi. İş modelleri temel olarak kasetlerin dükkanlarda sergilenmesi, çeşidin bol tutulması ve yaygın bayi ağına dayalıydı. Müşteriler kasetleri dükkanlara gelip seçiyor ve üyelik ile kiralama yapıyorlardı, kendilerine tanınan sürede kasetleri geri getirmezlerse de gecikme cezası ödemek zorundaydılar. Uzun yıllar yüksek karlılıkla devam eden bu iş modeli, bir noktada pazarı iyi analiz eden Netflix firmasının yeni yöntemi ile tanıştı. Netflix benzer şekilde kiralama işine girdi ancak iş modeli olarak aylık veya yıllık abonelik paketleri sunmak ve DVD/kasetleri müşterilere mail yoluyla göndermeyi seçti. Burada hiç bir dükkana gerek duyulmuyordu. Müşteriler istedikleri film listesini abonelik başında oluşturuyorlar, ardında da ayda belirli adetler ile kendilerine bu filmler iletiliyordu. Müşteriler izledikleri kullanım süresi biten filmleri abonelikleri sırasında aldıkları Netflix tarafından bedeli baştan ödenmiş olan hazır posta zarflarına koyup geri gönderiyorlar ve takiben kendilerine yeni filmleri iletiliyordu. Blockbuster’ın dev dükkan ağına, 80 binleri bulan çalışan sayısına, dev dağıtım ağına ve müşterileri çileden çıkaran gecikme cezalarına hiç gerek yoktu.

İşte bu durumda Blockbuster yavaş yavaş pazarda kendine yer bulmaya başlayan bu iş modelini bir noktada ele aldı, yöneticiler uzun değerlendirmeler yaptılar ve bu modelin çok niş bir kitleye hitap ettiğine, elde edilen karın ve pazarın marjinal olduğuna ve dikkate almaya değer olmadığına, kendi iş modellerinin o günün şartları ile çok daha fazla kar getirdiğine odaklandılar. Diğer bir deyişle müşterinin memnuniyeti, iş modeli kolaylığı, geleceğin ne getireceğini düşünmek ve bu anlamda bu nispeten küçük tehdidin, bütünsel bir bakışla maliyetlerini göze almak yerine, küçük bir kısmına odaklandılar. Alternatifi hiç düşünmediler, gerek duymadılar zaten işler iyiydi…

İşte dönüm noktası burasıydı, Blockbuster yöneticilerinin bu durumu o sıradaki karları, var olan yatırımları ve muhtemel alternatifin karlılık anlamında marjinal kalması gözüyle ele almaları o anda anlaşılmasa da büyük bir yıkımın ayak sesleriydi. Takip eden yıllarda Netflix pazar payını çok hızlı arttırdı, müşteri sayısı arttı. Blockbuster tarafı da tam tersi yönde gitti ve dev firma 2010 yılında iflas açıkladı, binlerce dükkan kapandı.

Bu konuda güzel bir içerik ve daha ayrıntılı aktarım için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz:

Marjinal olan dev bir potansiyel taşıyor olabilir bu anlamda kalıplaşmış esnemeyen bir bakış sergilemek istenmeyen sonu getirebilir. Hem bu örnekteki gibi iş hayatında hem de özel hayatlarımızda bir seferlik veya küçük kararlar önemlidir ve etkilerini ele alırken hep büyük resmi görmeye çalışmak ve muhtemel tüm sonuçları ele alabilmek önem taşır.

Purpose of our lives: Likeness / Deep commitment / Metrics – Hayat amacı

Kitabın adında da geçen hayat amacı ve bunun ölçülmesi hakkında da Christensen görüşlerini aktarıyor. Genel olarak zaten yukarıdaki ve daha önceki yazılardaki her örnek aslında bir noktada vizyon sunsa da hayatın amacını belirlemek önem taşıyor. Hayatın akışı hepimize farklı şeyler sunsa da asıl amacımızı belirlemek ve bunu kadere bırakmamak önem taşıyor. Burada daha önceki yazılarda değindiğimiz kararın deliberate ve emergent (ani ve duruma gore) olması noktasında deliberate (önceden düşünülmüş kapsamlı) olmasının kritikliği önemli, tabi ki ani olaylara karşı tavır alabiliriz veya fırsatları değerlendirebiliriz ancak asıl olanı, asıl amacımızı hep sabit tutmalıyız, burada da asıl amacı her duruma uyarlanabilir ve değer odaklı seçmemiz önem taşıyor.

Hayat amacı belirlemeyi tabi ki anlık bir olay olarak görmemek gerek, bu bir süreçtir ve uzun zaman alır, alması gerekir. Örneğin Christensen kendisi için bunun çok uzun sürdüğünü, kafasındakini netleştirmesinin zaman aldığını ancak hep aklında olanları sonunda bir araya getirebildiğini vurguluyor. Ailenin önemi onun için temel noktada olmuş hep, ayrıca iyi olmak, inançları, insan odağı ve doğru dürüst yaşam hayat amacı haline gelmiş.

Burada amacı belirlerken (likeness) neleri sevdiğimiz, hoşlandığımız, mutlu olduğumuz bunlara bağlılığımız (deep commitment) ve nasıl ölçebileceğimizi (metric) düşünmek gerekli. Bu da yukarıda dediğimiz gibi kolay değil.

Christensen kendisi için yukarıdaki amacına istinaden “iyi bir insan” olduğunu anlayabilmek için kaç insanın hayatına dokunduğunu bir metrik olarak koymuş. Ne kadar çok insana yardım eder, bir şey öğretir, bir sorununu çözer veya yardımcı olursa o kadar başarılı olacağına inanmış.

Son olarak Christensen bunu düşünmenin en iyi yerinin üniversite olduğunu vurguluyor, hayata atılmadan, koşuşturma içinde boğulmadan ve hızlı iş odağında değerleri yitirmemek için bu konuya zaman ayırmanın yıllar sonra çok kıymetli bir yatırım olacağının anlaşılacağına vurgu yapıyor.

“Kısaca, bunları yapmak zordur ama iyi ki yapmışım diyeceğiniz günler gelecek…” diye de ekliyor.

Bu yazıyla, bu değerli yazarın bize aktardıklarının sadece bir kısmını ele alabildiğim yazı serim sona ermiş oluyor, umarım faydalı olmuştur, kuşkusuz tüm örnekler, aktarılanlar çok kıymetli bunları bu denli başarılı ve kendini ispat etmiş birisinden bir hayat tecrübesi olarak dinleyebilmek ise büyük fırsat kanımca.

Foto: www.freepick.com

Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 2

  • Ask right questions Doğru sorular: Bir önceki adımda varsayımların ne kadar kritik olabileceğini gördük. Christensen bu sorunu aşabilmek için bazı önlemlere vurgu yapıyor. Birincisi doğru soruları sorabilmek (bu iş göründüğü kadar kolay değil…) ikincisi varsayımların karar vermedeki rolünü ele alıp kiritkliğine göre üzerinde durma kararını oluşturmak ve son olarak da varsayımlar ile uğraşma noktasında yoldan sapmamak ve asıl amacı unutmamak. Buradaki yöntemlerden birisi şöyle; karar alırken ekibin size sunduğu ve iş planını dayandırdıkları varsayımların hepsinin listesini isteyin ardından bunların gerçekleşme oranını karşılarına yazmalarını ve buna göre sıralamalarını isteyin. Buradaki sıralama gerçekleşme oranı en yüksek olandan en düşük olana göre olmalı. Bu noktadan sonra da en üstte yer alan varsayımları belli bir sıraya ininceye kadar çok maliyetli olmadan test etmek ve bu sayede alınacak kararın dayandığı varsayımları somutlaştırmak. (“What assumptions have to prove to be true?”)
  • Watch where your resources flow – Kaynaklarını doğru kullan: Zaman, para, işgücü gibi kaynakları çok iyi yönetmeli ve doğru yöne aktıklarından emin olmalıyız, eğer bunlara özen göstermezsek takip ettiğimizi düşündüğümüz stratejiden çok uzaklaşırız ve boşa emek harcamış oluruz. Kaynaklar sınırlı olmasaydı keşke, ama mümkün değil. Bu noktada beynimize neyi önceliklendireceğimiz hakkında bir filtre takmalıyız. Hayatımızda alacağımız kararları bu filtre sayesinde kısa süreli kazançlara değil de ömürlük çıktılara odaklamalyız. (Not immediate returns, choose lifetime returns) Kendinize şu soruyu sorun yıllar sonra ne sizi mutlu edecek? İşte yükselme mi, iyi çocuk yetişrebilme mi, bir şeye sahip olma mı? Asıl soru bu… Ardından kaynakları buna göre dağıtıp, devamlı kayma olmasın diye kontrol etmek gerek, devamlı soru sorarak kontolü elde tutmak lazım. Bu noktada uzun dönemli strateji seçimi çok zor bir süreç ! zira örneğin çocuklarınız hakkında zamanınızı ayırmamanın sonuçları iş yeri gibi değildir, anında veya kısa sürede görülmez yıllar sonra etkisi görülür ve çok geç olabilir…
  • Invest your time early as possible to your child – Çocuklarınıza olabildiğince erken vakit ayırın: Çocukların gelişiminde erken dönemde ailenin etkisinin çok büyük olduğunu belirten Christensen, çocuklarımıza ayıracağımız zamanın beyinlerindeki gelişime somut etkisini vurguluyor. Özellikle onları karşımıza alıp konuşmak, hikayeler anlatmak, hayal kurmak ve ekstra konuşmalar (language dancing – standart konuşmalar – mesela yemeğini ye, şunu giy vb yerine varsayımlar hakkında konuşmak yerine örneğin şöyle olsaydı ne yapardın, şunu denesen nasıl olur gibi ekstra konuşma ve sorular) yaparak beyinlerinin gelişimine inanılmaz katkılar yapmanın uzun yıllar sonucunda görülecek olumlu etkilerinden bahsediyor. Ek olarak hayatta karşılarına çıkacak sorunları aşmada çocukların bu sohbetlerden çok beslendiğine değiniyor.
  • Jobs-to-be-done theory – İhtiyaca / işe yaramak: Tam olarak Türkçe çevirisini belirleyemesem de Christensen tarafından aktarılan ve oldukça popüler olan bu yaklaşım gerçekten kıymetli. Üzerine pek çok çalışmanın ve ayrıntılı örneklerin olduğu bu konuya özet olarak değinmek gerekirse bir ürün geliştirirken veya sorun çözerken konuyu ele alma biçiminde müşterinin ihtiyacı olan noktayı, ürünün/çözümün onun ne işine yarayacağını, hangi sorununu çözeceğini asıl olarak ele almak olarak açıklayabilirim. Christensen şöyle aktarıyor: “Biz ürünleri bir işimizi görmeleri için kiralarız.” Özellikle yaratıcı startup çözümlerinde ve şu an önde gelen pek çok markanın yarattığı ürünlerde genel kullanıcı grubu (demografik, ürün bazlı gruplamlar) varsayımlarından ziyade müşterinin sorununa / o sıradaki iş ihtiyacına odaklanma yaklaşımı başarılı olmuş gibi görünüyor. Christensen bu noktada İkea örneğine de değiniyor. İkea’nın tam da insanların ihtiyacı olduğunda, bir üniversite öğrencisi ev kuracakken veya evde çalışma ortamı yaratacak olan bir beyaz yakalının arayışında yardımına koştuğunu belirtiyor. Bu noktada müşteriler İkea’ya gittiklerinde her şeyi bir arada bulabiliyorlar, ayrıca acıkırlarsa aynı yerde yiyecek de yiyebiliyorlar ek olarak ürünler araç bagajına sığabilecek şekilde kutulanmış durumda, sığmasa bile İkea taşıma işini de aynı yerde kendisi sizin adınıza hallediyor. Burada müşterinin “tüm işleri halledilmiş oluyor”.

Ayrıca Christensen aynı yaklaşımı bir fast food zincirinin daha iyi milkshake üretme sorunun çözmek için de kullanıyor. Bu örnekte aslında önce müşteri gruplarına odaklanan çalışma yapılmış ancak sonuç alınamamış. Daha sonra müşterinin neden milkshake aldığına odaklanmışlar. Önce satın alma saatlerine, nerede tüketildiğine ve yanlız mı grup olarak mı alındığı gibi sorulara odaklanmışlar. Sonuçta “milkshake”i işe giderken aldıklarını, trafikte yemek yemenin zor olduğunu, işe gidinceye kadar sabah saatlerine bu içecekle işe kadar idare ettiklerini, pipetin de çok geniş olmaması nedeniyle uzun süre içerek gidebildiklerini ayrıca şekerli olsa da süt bazlı olmasının nispeten daha sağlıklı ve tok hissettrdiğini anlamışlar. Yani, milkshake’in onlar için bu sayılan işleri yerine getirdiği anlaşılmış, sonrası buradan ve diğer saat dilimlerindeki satın alımları araştırmadan yola çıkarak ürünü geliştirmek olmuş ve önemli başarı elde edilmiş. Bu noktada okuyucu için de Christensen bu teorinin yansıması olarak şu soruyu soruyor “Siz hangi iş için görevlendirildiniz? – What job are you being hired for? (both professionally and privately)” Bunu iyi bilmenin ve buna göre hareket etmenin aile ilişkilerinde veya işyerinde daha mutlu olmamızı ve daha az sorun yaşmamıza neden olacağını vurguluyor.

Yaklaşım hakkında bir çalışma için bu linke bakabilirsiniz: https://hbswk.hbs.edu/item/5170.html

Ayrıca “Milkshake” hakkındaki video da burada:

Daha uzun ancak çok kıymetli bir konuşma – Netflix Kurucu ortağı Reed Hastings (Jobs to be done yaklaşımı da konuşmanın içinde geçiyor) :

Bu yazıyı takiben bir yazı daha yazıp sanırım kitaptaki özet bilgileri toparlayabileceğim, umarım faydalı olur. Görüşmek üzere.

Background photo created by topntp26 – www.freepik.com

Clayton M.Christensen – “How Will You Measure Your Life?” Kitabından Öğrendiklerim – 1

Clayton M. Christensen ile Youtube kanalını izlediğim bir öğrenci sayesinde tanıştım. Aslında kendisi 21. yüzyıl teknoloji temelli gelişim sürecinin mimarlarından çok ünlü bir akademisyen. Ben geç tanışmışım ve aslında asıl ünlü olduğu çalışmayı (Disruptive Innovation) değil de nispeten daha az bilinen bir kitabını okudum. Kendisi hakkında çok şey anlatmama gere yok aslında biraz merak edenler Wikipedia bağlantısından bilgi edinebilir. Akademisyen ve danışman olan Christensen için kısaca kendime şunu dedim:

Ne yazdıysa oku, hakkında bulduğun videoyu izle 🙂

Peki okuduğum kitap neyle ilgili? Aslında adı üstünde “Hayatını nasıl değerlendirirsin?” Bu soruyu sorup, kitabı yazan Clayton Christensen olunca işin önemi artıyor. Zira geldiği noktada bu soruyu ne amaçla sordu, neyi vurguluyor insan merak ediyor?

Ben bu kitabı Storytel uygulamasından okudum/dinledim. Storytel uygulamasını uzun bir süreden bu yana kullanıyorum. Benim kitap okumama büyük katkısı oldu, özellikle ingilizce içeriklere ulaşmak ve bunu aylık olarak ödenen bir kitap parası gibi düşük bir ücretle binlerce kitaba ulaşrak yapmak bence mükemmel. Storytel ve öğrenme sürecime katkısı hakkında ayrı bir yazı da yazacağım.

Ben kendime aldığım notlardan önemli olanları aşağıdaki şekilde paylaşmak istedim, bazıları benim yorumlarımı da içeriyor umarım faydalı olur. Bu arada yazdıkça fark ettim ki bu içeriği parçalı sunmak daha mantıklı zira yazılacak çok şey var şimdilik ilk kısmı paylaşıyorum, devamı da gelecek.

  • Unanticipated  / Emergent Strategy” – Beklenmedik Strateji:  Bu kavram aslında uzun planlara dayanan kapsamlı stratejiler yerine plan dışında olan olaylara ve çevredeki gelişmelere göre hızlıca adapte olup strateji geliştirebilmek ve bunun sonucunda da asıl stratejiden elde edilecek faydadan çok daha fazlasını elde etmek olarak açıklanabilir. Buna örnek olarak Honda motorsikletlerinin Amerika pazarına girişini örnek veriyor Christensen. Burada hikaye uzunca olsa da kısaca aktarmak istiyorum çünkü çok ilginç. Herkesin bildiği üzere Amerikan pazarı hikayenin geçtiği 1960’lı yıllardan bu yana büyük hacimli Harley Davidson tarzı motorsikletler tarafından domine edilmiş durumda. Honda da aslında çok uzmanı olmasa da bu tip motorlar ile pazara giriyor ilk aşamada, sınırlı satış yapabilse de bir süre sonra bu motorlar Amerikanın otobanlarının uzun düzlüklerinde yüksek süratle kullanılma sonucunda pek çok teknik sorun çıkarıyor ve bakım sorunları çözülemiyor bu da zaten zor olan bir pazarda Honda’yı neredeyse hiç satış yapamaz duruma getiriyor. İşte tam bu sırada Honda satışcıları Amerika’ya Honda’nın asıl uzmanı olduğu düşük hacimli, Japon’ya da kurye teslimatları ve şehir içi kısa mesafe kullanımı için kullanılan ve çok popüler olan Super Cub motolarından getiriyorlar. Bunlar Amerikan müşteri kitlesi için o zamana kadar yapılan hiç bir ön pazar analizinde çıkmayan, pazarı olmayan ve bir nevi bisikletten farkı olmayan ürünler. Bunları pazara sürmeyi Honda ekibi başta düşünmüyor zaten. Sadece hafta sonu gezmek için getiriyorlar ülkeye. Sonra bir gün Los Angeles dağlık bölgelerinde bu motorlar ile geziye çıkan bir kaç Honda çalışanı insaların ilgisini çekiyor. Bir kaç kişi bu, pratik, kullanması kolay, atik, bakımı kolay ve küçük motorsikletleri görüp satın almak istiyor. Bir kaç adet getirdikten sonra, Sears satış kataloğundan satış ekibinin ilgisini çeken Super Cub bir anda kataloğa giriyor ve inanılmaz satış rakamları geliyor. Sonrası zaten tahmin edersiniz. Honda Amerika pazar stratejisini bu duruma gore adapte ediyor, sonuç pazarda sıfırdan %63 pay sahipliğine giden bir resim çıkıyor ortaya.  Christensen de bu örnekten yola çıkarak bize şunu söylüyor hayat büyük stratejilerin yanı sıra asıl olarak bunun gibi anlık adapte olma gerektiren şans değerlendirme potansiyellerinden oluşur bunları görmek lazım, hazırlıklı olup durumu hızlıca idrak edebilirseniz sizin için yeni bir kapı açılabilir. Kendisnin yaşının ilerleyen zamanlarında Harvard akademisyeni olabilmesinin de buna benzer bir durum olduğunu söylüyor. Bu nedenle her an durumun gereklerine adapte olmak ve stratejimizi kökten değiştirmek gerekebilir hazırlıklı olmakta fayda var 🙂

Honda örneği hakkında yapılmış kısa bir yazı ve kapsamlı bir araştırma aşağıda yer alıyor:

https://hbr.org/2011/02/lessons-from-hondas-early-adap

https://www.hbs.edu/faculty/Publication%20Files/17-016_2664e889-da2d-4f34-a8d6-7da0648cc33c.pdf

Super Cub motorlarının hikayesini anlatan iki video, birisi de Jay Leno ile çekilmiş:

  • “Assumptions becoming reality” – Gerçeğe dönüşen varsayımlar  – Burada vurgulanan, hem aile ilişkilerinde hem de işyerlerinde önemli kararlar alırken veya tartışma esnasında bize yön verecek varsayımların en başta ele alınması gerektiği. Bunların aslında hiç olmaması gereken veya yanlış / iyi analiz edilmemiş varsayımlar olup olmadığını bilmek çok önemli çünkü Christensen pek çok firmanın başta iyi analiz edilmemiş varsayımlara göre karar aldığını aslında bu varsayımların uzun süren ve inanılmaz maliyetlere yol açan projeleri tetiklediğini ve bunların da çoğunlukla süreç sonunda başarısız olduğunu vurguluyor. Bu konuda örneği de Walt Disney ailesinden veriyor, dünyada devasa parkları ve inanılmaz ekonomik büyüklüğü ile bilinen bu kurumdan bir örnek ile konuyu aktarıyor. Yıllar önce Disneyland Paris kuruluşunda yaşanan durum güzel bir örnek.  Disney yöneticileri Paris parkını dizayn ederken Amerika’daki başarılı parklarından ve oradaki müşteri analizlerinden yola çıktılar ve temel varsayımlarını Paris parkı yatırımlarına da uyguladılar. Ancak çok büyük bir hüsran ile Disneyland Paris ilk iki yıl diğer parklara göre bekleneni vermekten çok uzak kaldı, hatta 2 yılda 1 milyar dolar zarar etti. Evet inanılmaz 🙁 Süreci ele alan Disney yöneticileri ilerleyen dönemde geriye dönüp baktıklarında şunu fark ettiler. Bazı  varsayımların sorun yarattığı ancak çok normal gibi ele alınıp yola devam edildiği ortaya çıktyı. Paris parkı için ilk planlamalar yapılırken ana varsayım diğer Amerika parklarında olduğu gibi yılda 11 milyon ziyaretçi beklentisinin modellenmesiydi. Daha da önemlisi Amerika parklarında ziyaretçiler ortalama 3 gün parkda kalıyor ve otellerden yararlanıyordu. Sorun yaratan varsayım buydu zira Paris parkında ziyaretçi sayısı yine 11 milyon civarı olsa da parkta kalma süresi sadece 1 gün oluyordu. Sonradan anlaşıldı ki Amerika parklarında ortalama olarak 45 park etkinliği, hız treni vb. Vardı ancak Paris parkında bunların sayısı sadece 15’te kalmıştı ve bir gün hepsini deneyimlemek için yeterliydi. Bunu kimse düşünmemişti, bu da milyar dolarlık zararı ortaya çıkardı. Daha sonra Disneyland Paris yapılan müdahaleler ile olumlu bir noktaya gelse de küçücük bir varsayımın nelere yol açtığının çok güzel bir örneği. Christensen buradan yola çıkarak bizim de hem işte hem aile ortamında büyük kararlar almadan ve efor harcamadan önce temel varsayımlarımızı iyi analiz etmemizi öneriyor.

Disneyland Paris hakkında daha ayrıntılı bir analiz videosu da burada 🙂

Kitaptan kendime not aldığım önemli noktalar fazlaca devamını yazmaya başladım yakında paylaşacağım, umarım faydalı olur.

Görüşmek üzere…

Konu hakkında faydalı bağlantılar:

https://claytonchristensen.com/

Clayton Christensen hakkında videoların toplandığı bir playlist:

Sezgisel Değerlendirme – Heuristic Evaluation

Coursera’dan aldığım Human-Centered Design kursu farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlıyor diyebilirm. Kullandığım cihazlar, mobil uyglamalar, işim için kullanmam gereken programlar ve gezindiğim web sayfalarına baktıkça ne tarafları gelişmeli, kullanıcı nerede sorun yaşayabilir veya neler daha iyi olabilirdi diye bakabilmek beni aydınlatıyor. Tabi daha çok gidilecek yol var ama gördüğüm kadarı ile bu alan çok merak uyandırıcı, benim için özellikle eğitim odağı ile bakıp çok da iyi olmadığını düşündüğüm öğrenme ortamları dizaynı gelişimi konusunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda kurs kapsamında öğrendiğim Heuristic Evaluation – HE (Sezgisel Değerlendirme) hakkında kısa bilgiler paylaşacağım ama ona geçmeden şuna deyineyim, Coursera kursları gerçekten kaliteli ve çaba harcamanız gerekiyor özellikle ödevler (hazırlanıp sunmak zaman alsa da) çok faydalı.

Sezgisel Değerlendirme aslında dizayn sürecinin her aşamasında kullanılabilecek bir değerledirme yöntemi, fikir babası Jakob Nielsen. Nielsen tasarım dünyasında saygıyla anılan ve pek çok versiyonu olan tasarım bakış açılarının hepsi için katkısı olan bir guru. Halen çalışmalarını sürdüren Nielsen iyi bir tasarımı sağlamak amacıyla 90 lı yıllarda yaptığı çalışmaları bu alana sunmuş ve en çok anılanlardan birisi de Sezgisel Değerlendirme.

Çok basitçe tanımlamak gerekirse bu değerldirme tipi tasarımın işe yararlılığını ölçmek için kullanılabilecek pek çok yöntemden birisi ve alanından uzman değerledniricileri belirli kriterler sunuarak tasarımı değerlendirmeleri için kullanıyor. Kullanıcı testleri veya teknik testler gbi pek çok yönteme göre artı ve eksileri tabi ki var. Ancak özellikle elde edilen sonuçlar ve dünyadaki internet ve mobil tabanlı tasarım çözümlerinde hız ve verimlilik anlamında tercih edilen bir yöntem.

Konu hakkında Nielsen tarafında belirlenmiş 10 temel değerlendirme kirteri de var, bunlar zaman içinde çok uyarlanmış ve/veya değerledirilecek tasarımın alanı, gerekleri, hedef kitlesi vb. pek çok dinamiğe göre değiştirilebilir ancak halen tasarımların temel anlamda sağlam olmasını sağlayabilecek önemli bir kaynak.

Konu hakkında yukarıdakiler dışında bulduğum bazı kaynaklar da şöyle:

https://www.interaction-design.org/literature/topics/heuristic-evaluation

https://www.nngroup.com/videos/total-remote-ux/

Interaction Design – Tasarım Ama Nasıl?

Uzun süredir ilgimi çeken bir başlıkta Coursera üzerinden bir kurs almaya başladım ve bu kurs sayesinde öğrendiğim bilgilerden bazılarını sizinle de paylaşmak istiyorum. Kurs “interaction design (etkileşim tasarımı)” hakkında, konuyu temelden alıp çok güzel bir dille anlatıyor ve daha ilk derslerden çok faydalandığımı söyleyebilirim. Öğrenmek isteyenler için kurs bilgileri şöyle: https://www.coursera.org/learn/human-computer-interaction?

İlk derslerde öğrendiğim temel şeyler:

  • İyi bir tasarım görünmezdir. (good design=invisible) Yani tasarım kullanıcı tarafından doğal bir şelikde hareket edilmesini sağlamalı ve hiç fark edilmemeli.
  • Kötü tasarım insan hayatına, zamana ve paraya mal olabilir. Örnekler çok, ama mesela benzin göstergesi alakasız bir yere koyulmuş bir uçak paneli, gerekli sürede fark edilmeyi engelleyebilir.
  • Prototip yapmak tasarım sürecinin en önemli ayağıdır ve dikkat edilmesi gerekenler:
    • Prototip yapmak sınırsız soru sormayı gerektirir, ne kadar çok soru o kadar iyi çıktılar.
    • Prototip sona erdirilmek zorunda değildir.
    • Prototipleri kenara koyarak yenisine odaklanabilmeliyiz.

Tabi ki bu konuda uzun yıllardır çalışan firmalar da var ve yukarıdaki prensiplerin belki de konseptin doğmasına yaptıkları çalışmalar ile öncülük yapmışlar ve halen faaller. Önreğin Apple mousenu tasarlayan IDEO firması. Hikayesini bir slayt show ile sitelerinde anlatmışlar. Bu bağlantı ile https://www.ideo.com/about inceleyebilirsiniz. Hızlıca iki videoda da bakış açıları ve elde ettikleri sonuçları görebilirsiniz.

Mesela kurucularından birisinin ilk laptop tasarımı hakkındaki şu kısa videosu bence mükemmel ve tüm o tasarım sürecinde kalemin araya düşeceğini öngörmek inanılmaz:)

Bir diğer güzel videoda IDEO tasarım işleyiş sürecini görmemiz için vesile oluyor, günümüzde karşılaştığımız sadece tasarım değil tüm iş problemlerinde yaklaşım olarak faydalanabileceğimizi düşünüyorum.

Ideonun dili ile design thinking:

Son olarak Boeing kokpitinin tasarımlarında aktif olan Teague https://teague.com firması da bence inanılmaz işler çıkarmış. Zamanında ilk tasarım aşamasında bir uçağı hangarda maket olarak tüm ayrıntıları ile yapmışlar, kokpiti tasarlarken en küçük ayrıntıyı ve insanların gerçek hayatta ne yapacaklarını görebilmek için insanları ve uçuş ekibini gerçek bir uçuşa gelir gibi hazırlanıp maketin içinde yerlerine oturuncaya kadar izleyerek çalışmalarının sonuçlarını görmüşler ve defalarca bunu tekrarlayıp tasarımı ortaya çıkarmışlar.

Sonuç olarak tasarım hayatımızın tam ortasında ve her geçen gün önemi artıyor. Birileri de bu işe gerçekten kafayı takmışlar. Umarım ben de az da olsa öğrenebilirim.

Design photo created by freepik – www.freepik.com

Dünyanın En İyi Üniversitelerinden 10 Ücretsiz Ders

Önceki yazılarımda bahsettiğim MOOC kaynaklarını hep göz önünde tutuyorum ve fırsat buldukça kendim ve çevremdekiler için beğendiğim kursları inceliyorum. Bu yazımda Coursera sayfası vasıtasıyla ulaşılabilecek çeşitli alanlarda 10 farklı kursu sizinle paylaşmak istedim. Vakit ayırıp kendini geliştirmek için bulunmaz fırsat olan bu kurslar asıl olarak ücretsiz olmakla beraber bazıları ücret karşılığında uluslararası kabul imkanı sunan Verified Certificate de sunuyor.

Michigan Üniversitesi – Finansa Giriş (Michigan University – Introduction to Finance)

5 Ekim’de başlayacak kurs 15 hafta sürüyor ve finans konusunda temel noktaları katılımcılara sunmayı hedefliyor. Finans Profesörü Gautam Kaul tarafından aktarılan eğitim kendi alanında Coursera içerisinde en önde geliyor, Türkçe altyazı sunması da önemli bir artısı.

https://www.coursera.org/course/introfinance

Wesleyan Üniversitesi – Sosyal Psikoloji (Wesleyan University – Social Psychology)

Coursera kurslarında en fazla talep gören kurs olarak öne çıkan Sosyal Psikoloji insanoğlunu anlamak için güzel bir fırsat. Kursun son oturumu başlamış ancak halen kayır kabul ediyor. Yaklaşık 7 hafta süren kurs Profesör Scott Plous tarafından aktarılıyor.

https://www.coursera.org/course/socialpsychology

Pennsylvania Üniversitesi – Pazarlamaya Giriş (University of Pennsylvania – Introduction to Marketing)

İnsanların uzun süredir kafa yorduğu ve her geçen gün gelişen pazarlama kavramını daha iyi anlayabilmek için temelden hareket etmek gerekiyor. Bu anlamda Pazarlamaya Giriş kursu önemli bir kaynak, alanlarında öncü üç profesör tarafında aktarılan bu kurs müşteri karar süreçlerinde pazarlamanın nasıl daha etkin rol alabileceğinin temellerini anlamak için faydalı.

https://www.coursera.org/course/whartonmarketing

Duke Üniversitesi – Mantık ( Duke University – Think Again: How to Reason and Argue)

Neyi, neden yaparız, neden satın alırız, bazen çok mantıksız görünse de neden isteriz hiç bu sorular aklınıza takıldı mı? Bunlar olmasa da benzerleri kesin hepimizin aklından bir ara geçmiştir, işte bunların altında ne yatıyor neye göre hareket ediyoruz Mantık kursu bu temelleri bize aktarıyor.

https://www.coursera.org/course/thinkagain

Pennsylvania Üniversitesi – Operasyon Yönetimine Giriş (University of Pennsylvania – Introduction to Operations Management)

Süreç analizi, iş akışları, verimlilik ve kalite yönetimi gibi alanlarda çalışıyorsanız veya bu alanlarda kendiniz geliştirmek istiyorsanız dünya standartlarında bir öğrenme imkanı sunan kursu kaçırmamanızı öneririm.

https://www.coursera.org/course/whartonoperations

Edinburgh Üniversitesi – Felsefeye Giriş (University of Edinburgh – Introduction to Philosophy)

Felsefe konusunu hep merak edip bir türlü vakit ayıramadıysanız işte size fırsat bu kurs tam size göre, ilginç yanı da her alt başlığı ayrı bir eğitimcinin aktarıyor olması. Türkçe altyazı ile sunulması da ayrıca önemli bir yanı.

https://www.coursera.org/learn/philosophy/home/info

Stanford Üniversitesi – Makine Öğrenmesi (Yapay Zeka) (Stanford University – Machine Learning)

Dünyada yapay zeka ve makine öğrenmesi alanlarında çalışmaları ile tanınan öncü isimlerden Profesör Andrew NG tarafından aktarılan kurs alanında önemli bilgileri sunuyor. Kimilerine teknik gelecek olsa da bundan sonraki hayatımızın temellerinin atıldığı bir içerik olduğu kesin.

https://www.coursera.org/learn/machine-learning/home/info

Andrew NG – Yapay Zeka konusunda ilgi çekici bir aktarımı:

Stanford Üniversitesi & UBC – Oyun Teorisi (Stanford University & UBC – Game Theory)

Satranç, poker vb. pek çok oyun temel bir mantığa dayanır ve aslında fark etmesek de hayattaki pek çok şey siyasi partilerin yarışı, firmalar arasındaki rekabet ve tüketici hareketleri bu mantıktan izler taşımakta. Oyun Teorisi kursu bu temel mantığı açıklamayı hedefliyor. Yaşadıklarımızı daha iyi analiz edebilmek ve kimi zaman fark etmeden karşılaştığımız bu alt belirleyici teoriyi bilmek güzel olsa gerek.

https://www.coursera.org/course/gametheory

Kaliforniya Üniversitesi – Proje Yönetimi (California University – Project Management: The Basics for Success)

Proje yönetimi büyük kurumlarda özel ekiplere emanet edilen bir alan ve uzmanlaşma gerektirdiği durumlar çok fazla. Bunun dışında takım yönetimin de burada önemi yüksek. Bunların hepsi için Proje Yönetimi eğitimi önemli bir kaynak, temel tanımları, teknikleri ve yönetim esaslarını suna bir eğitim.

https://www.coursera.org/learn/project-management-basics

Pennsylvania Üniversitesi – Oyunlaştırma (University of Pennsylvania – Gamification)

Coursera’dan aldığım ilk kurs olan Oyunlaştırma bana önemli katkıda bulundu, özellikle Türkiye’de konu hakkında yapılandırılmış bir eğitim bulmak oldukça zor. Hayatın her alanında özellikle şu an çalıştığım İK ve eğitim alanında önemli yansımaları olan oyunlaştırmayı öğrenmek için çok önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.

https://www.coursera.org/course/gamification

Öğrenmenin Yeni Şekli – MOOC

MOOC – Massive Open Online Classroom – wikipedia Türkçede uzun süre içerik bulamamıştım, geçenlerde baktım güzel bir tanımlama yapılmış: Kitlesel çevrimiçi açık ders.

Teknik tanımını aşarsak 2012 yılında ilk kez tanıştığım bu yeni öğrenme şekli bana ne ifade ediyor kısaca değineyim;

  • Açık – yani kimsin, nesin, kaç yaşındasın, tc kimlik no vb. geçelim bunları ne olursa nerede olursan, nasıl olursan ol yeter ki öğrenmek iste (başlarda ücret konusunda daha “açık”lardı şu sıralar bakıyorum artık içerikler ücretli olmaya başladı :))
  • Kalabalık – en son aldığım kursta 10 binlerce kişi vardı, siz düşünün yoklamanın zorluğunu 🙂
  • Teknolojik – teknolojinin her hali kullanılıyor diyeyim, Eğitim Yönetim Sistemleri, video içerikler, online testler, ortak değerlendirme ve sınav sistemi, sosyal medya grupları vb. yani öğrenmenin yeni hali…
  • Gelişim – Öğrenmek teknik olarak mümkün, çok teknik bir bilgisayar eğitimi için bile bir kaynakken, Çince öğrenmek için veya Topluluk Önünde konuşma için de bir kaynak olabiliyor kısaca isteyenin her anlamda gelişebileceği bir ortam
  • Gelecek – Nasıl gideriz bilmiyorum ama hem kurumsal anlamda hem üniversitelerimiz için buradan görünen yeni denizler kıtalar gibi geliyor bana şu ana kadar dünyanın kaplumbağa sırtında olduğunu düşünüyorduk sanırım, MOOC eğitim dünyasında yeni bir keşif olacak o kesin 🙂
  • En iyiler – Stanford, Duke, UCLA vb. Amerika ve Dünya’nın en iyi üniversiteleri bu alanda içerik sunuyor ve gelişiyor, bunlardan ders almayı hayal etmek bile bir zamanlar hayaldi – Kısaca artık hepimiz için “Oxford var gidebiliriz”

Coursera kurucularından Daphne Koller’in konu hakkındaki bir Ted Konuşması:

Kendini geliştirmek isteyen birisi için öğrenmenin bu yeni şekli bence bulunmaz nimet, MOOC’lardan bildiklerimi aşağıda sıralıyorum. Tarz ve içerik sunma mantıkları farklı olsa da her isteğe özel bir sayfa var. Umarım yararlı olur.

www.coursera.org

https://www.edx.org/

https://www.futurelearn.com/

https://www.udemy.com/

https://www.france-universite-numerique-mooc.fr/cours/

https://www.udacity.com/

https://iversity.org/

http://www.khanacademy.org.tr/

https://novoed.com/

https://www.class-central.com (MOOC listesi)

2015 VE SONRASINDA TEKNOLOJİ BİZE NELER SUNACAK? – 7 – ROBOTLAR

Eski bir hikaye hala yazılıyor nasıl şekillenecek zaman gösterecek…

Robot denildiğinde sahibi ile konuşan otomobil aklıma geliyor. KITT – Kara Şimşek sadece konuşmakla kalmaz inanılmaz işler de yapardı. Üzerinden çok uzun yıllar geçse de robot teknolojisinin geldiği noktada ayakta durmak, merdiven çıkmak ve kapı açmak gibi temel aksiyonlar robotlar için ilerleme olarak görülüyor. Sanırım robot teknolojisi konusunda hayal gücümüz çok daha hızlı… Ancak henüz hikaye bitmedi halen yazılıyor.

Robot için Wikipedia tanımına baktığımızda elektro mekanik bir makine üzerinde çalışan bir bilgisayar yazılımı karşımıza çıkıyor. Bu noktada çoğunlukla mekanik tarafı öne çıksa da temel olarak bilgisayar yazılımlarının gelişimi robot teknolojisini şekillendirmekte. Robotlar ASİMO gibi çok ünlü insansı vesiyonlardan otomobil fabrikasında montaj yapan devasa kollara kadar uzanan çeşitlere sahip.

Tahmin edebileceğiniz üzere bu alanda da askeri amaçlı yatırımlar gelişimi şekillendirmekte. Aşağıda Boston Dynamics firması ve MIT tarafından geliştirilen iki askeri amaçlı robotun gelişmiş yeteneklerini görebilirsiniz. Özellikle insan hayatını tehlikeye atan alanlarda robotların kullanımının gelecekte yaygınlaşacağı kesin, savaş alanı da bunların başında gelecek. Askerlere erzak taşıyan, mayınlı alanlara önce girecek, hiç yorulmayacak, gps üzerinden yolunu tayin edebilecek, yaralanmayan ve çeşitli durumlarda karar alabilen robotlar savaş alanında önemli rol alacaklar, aşağıdaki videolar ipuçları içeriyor.

https://www.youtube.com/watch?v=NtU9p1VYtcQ

 

İnsansı özellikleri edinmek de robot teknolojisinin diğer bir gelişme alanı, burada hepimizin yakından tanıdığı Asimo en ünlü ve gelişmiş versiyon. Honda tarafından 80’li yıllardan itibaren geliştirilmeye başlanan Asimo bugün en son versiyonuna ulaşarak dans eden, cevap veren, spor yapan ve şişeyi açıp servis yapabilen bir insansı robot haline dönmüş durumda bundan sonra nasıl bir gelişim sergileyeceği de merak konusu. Bakalım Asimo ne tip sürprizler ile karşımıza çıkacak.

Robot teknolojisi bize daha neler sunacak net değil ancak her teknolojik gelişme için olduğu gibi bu gelişim de insanoğlunu korkutacak taraflar içeriyor. Örneğin Almanya ve bazı kuzey Avrupa ülkeleri için yapılan bir araştırma raporuna göre robot teknolojisinin gelişimi Almanya özelinde 18 milyon kişinin işsiz kalmasına neden olabilecek.  İlk etkilenecek sektörler otomobil üretim hatları, askeri ve teknik destek hizmeti sağlayan sektörler olacak ilerleyen dönemde yönetim destek sistemlerinde rol alanlar, sekreterler ve hatta karar rolü olan yöneticilerin bile bu süreçten etkilenebileceği belirtilmekte. İlginç bilgiler içeren rapor ile ilgili habere şu  bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Önemli bir gelişim alanı olan robot teknolojisi önümüzdeki dönemde çok daha fazla gündeme geleceği kesin, dünyada konu hakkında Amerika başta olmak üzere pek çok Uzakdoğu ülkesi ön sıralarda geliyor. Amerika’da konu  özel sektör ve devlet organları tarafından takip edilmekte örneğin aşağıda Amerika Savunma Bakanlığına bağlı olarak çalışan DARPA tarafından geçtiğimiz günlerde yapılan robot turnuvasından görüntüler yer alıyor. Turnuvada çeşitli ülkelerden gelen takımların robotları yarışıyor, robotlardan kapı açma, araç kullanma, merdiven çıkma, acil duruma müdahale etme, düşme ve kendi kendine ayağa kalkma gibi farklı meziyetler sergilemeleri istenmekte. İstenen meziyetler DARPA’nın gelecek için robotlardan beklediklerinin de bize özetliyor, kısa bir çıkarım ile robotlar ilk aşamada acil durum ve insan ulaşım imkanı olmayan veya tehlikeli olan alanlara ulaşım ve kurtarma operasyonlarında kullanılacak, mesela bir nükleer tesisteki sızıntıya ilk aşamada robotlar müdahale edecek. Merak edenler için yarışmayı Güney Kore takımı KAIST  kazandı. Kazanmaları kaşılığında da 2 milyon dolarlık ödüle kavuştular...

DARPA turnuvasından kısa bir özet:

Güney Koreli KAIST takımının yarışmasını gösteren hızlandırılmış bir video:

Ülkemizde de çok gelişmiş olmasa da önde gelen üniversitelerimizin ve çeşitli firmaların konuya ilgi duyduğunu biliyoruz. Umarım sanıldığından çok daha fazla gelişmeye ihtiyaç duyan ve halen gidecek çok yolu olan bu teknoloji de biz de az da olsa rol alabiliriz. Konu hakkında umut veren bir etkinlik bağlantısı ile bitirelim:

2015 VE SONRASINDA TEKNOLOJİ BİZE NELER SUNACAK? – 6 – DRONELAR

Dronelar: Oyuncak mı?  Hobi mi?  Yoksa Gelecek mi?

Uzun süredir özel bir ilgi gösterdiğim drone konusunu tek bir başlıkta özet olarak ele almak kolay olmayacak. İleride daha kapsamlı yazılar da paylaşacağım. Bunu bir başlangıç görün lütfen 🙂

Wikipedia’ya baktığımda drone tanımı bulamadım, evet ilginç(!) Aslına bakılırsa konu o kadar hızlı gelişiyor ve yaygınlaşıyor ki tanımı ve kuralları oturtmak zor. Ancak UAV (Unamed Aerial Vehicle) başlığı altındaki tanımı kullanmak şu  an uygun diye düşünüyorum. UAV veya drone, kokpitte bir insana ihtiyaç duymadan uçabilen  bir robot/araç olarak tanımlanıyor. Bu tanım oldukça geniş zira konu çok kapsamlı yukarıda da belirttiğim gibi aynı temel teknoloji çok basit bir oyuncak için de dünyanın en gelişmiş uçan araçları için de kullanılıyor.

Bu konuda yüzlerce video izledim ve çeşitli yazılar okudum, aslına bakarsanız kısa bir giriş yapıp içlerinden seçtiklerimi size sunacağım konuyu çok iyi özetliyorlar. Dronelar bize yakında neler sunacak kısaca maddeler halinde paylaşıyorum, bunlardan bazıları halihazırda var, bazıları geliştirme aşamasında ve bazıları da benim hayal gücüm 🙂

1. Maliyeti Düşük: Bir drone maliyeti bir motorlu araca göre çok daha ucuz bu devasa bir potansiyel barındırıyor.

2. Kullanımı Kolay: Bir çocuk da uzun süre eğitim alan bir pilotta aynı kontrollerle bu cihazları uçurabiliyorlar, zira şu an pek çok hobi ürünü dokunmatik ekranlı telefonlar ile yönetime imkan tanıyan uygulamalar ile beraner sunuluyor, umarım ben de bir tane alacağım, yine bu yaygınlaşma potansiyelinin sınırsızlığını gösteriyor (Bu arada Amerika ve Avrupa’da ehliyet temelli kuralların tartışması hala devam ediyor)

3. Altyapı – Yol vb. İhtiyacı Yok: Sınırı olmayan bir kullanım alanı olan gökyüzü droneların en avantajlı tarafı ancak son dönemde özellikle hava alanları çevresinde uçurulan bu cihazlara sınırlama getiriliyor, hobi amaçlı satılan çeşitli ürünlerde gps üzerinden cihaz takip ediliyor ve belirli alanlarda(hava alanları askeri alanlar vb.) çalışması dahi kısıtlanabiliyor.  Konu hakkında bir Türkiye’den bir de Amerika’dan örneği aşağıda paylaşıyorum.

4. Çevreci Yakıt Kullanımı: Radyo kontrollü versiyonlarında ve askeri amaçlı olanlarında benzin türevleri ile çalışan versiyonları olsa da yaygınlık kazanan dronelar elektrik ile şarj olan piller ile kullanılıyor. Bu da gelecekte yaygınlaşmasının önünü açacak.

5. Hobi Kullanımı: Şu an için çok hızlı bir şekilde yaygınlaşan dronelar daha çok eğlence için yeni bir ilgi alanı olarak yüzbinlerce kişiyi kendine müdavim etmiş durumda. Eskiden radyo kontrollü araçlar kapsamında daha küçük bir kitle tarafından takip edilen hobi şu an yukarıdaki nedenleri de eklersek çok geniş bir kullanıcı kitlesine ulaşmış durumda, crowdfunding ortamlarında en yüksek yatırımı da bu tip hobi amaçlı ürünler aldılar.

6. Video ve Fotoğraf İmkanları: Çok yüksek maliyetli gerçek helikopte veya uçakların kullanıldığı sahneleri bir çırpıda, maliyeti göreceli olarak düşük ve zahmetsizce yapabilmek mümkün olsa, ne olurdu. İşte şu an o olacak şeyi yaşıyoruz, Youtube yüz binlerce yüksek kaliteli drone videosu ile dolu, her geçen gün bu sayı artıyor, çekim kaliteleri yükseliyor, uzun süredir bu konudan haberdar olan film sektörü de tabi ki bu konudan en büyük faydayı sağlıyor.

7. Gelecek: Bir saniye sonra ne olacağını bilmezken ahkam kesmek zor ama hayal etmek çok kolay, gelecekte gökyüzünü bu kadar boş görmek zor olacak,  motor kurye yerine drone bekleyeceğiz, ekmek bakkaldan sepetle değil de drone ile gelecek :), yanan bir evin içine önce bir drone girecek, yardım ulaştırılması zor olan yerlere önce dronelar gidecek, Formula 1 yarışları yerine drone yarışları olacak,  çocukları okulda dronelar gözetecek, koyunları drone güdecek, tarlaları dronelar ilaçlayacak, insanların girmesi tehlikeli radyasyon sızıntılarına onlar müdahale edecek, kargo onlara emanet olacak, trafik polisleri yerine havadan onlar takip edecekler ve daha pek çok aklıma gelmeyen şey yapacaklar…

Oyuncak olarak başlayan hikaye hobiye oradan da aynı anda endüstriyel ve askeri kullanımlar ile dev bir kullanım alanına evrildi ve her gün yenilikler ile gelişiyor, sonunu görmek zor, sadece bazı sınırlı hayaller kurabiliyoruz…

Sizi seçtiğim videolar ile baş başa bırakıyorum… İyi uçuşlar 🙂

Konuyu kısaca ele alan bir video:

FPV (first person view)  (bu konuyu  başka bir yazımda tek bir başlık olarak ele alacağım :)) videolarının en güzellerinden örnekler, bir kuşla uçuyormuş gibi hissetmek mükemmel olmalı:

Amazon tarafından hayata geçirilecek projelerden birisi dronelar hakkında 🙂

Ambulans drone (hayal değildi 🙂 )

Tabi ki askeri alanın ilgisi de uzun süredir konu üzerinde 🙁

Türkiye’den bir sorumsuz kullanım örneği, çekimi yapan vatandaşımız bir pilotun iniş sırasında droneu görmesi ve ihbarı ile yakalandı ve yargılanıyor…

https://www.youtube.com/watch?v=l_i_o-ZMstQ

Bu da Amerika’dan, özellikle Amerika’da gündemi bayağı oyalamıştı, ve UAV tabanlı kanunların gelişimi sırasında olması, tartışmaları da ateşledi:

Peki ya bir koç ve bir drone karşılaşırsa ne olur? Hem sahibi hem de drone için iyi olmaz 🙂

Bu video da olayın öncesinde koçun nasıl antrenman yaptığını gösteren video 🙂 sonuçta No Pain No Gain demişler değil mi:) Ek bir bilgi koçumuzun “Angry Ram” adlı bir Youtube kanalı var isterseniz abone olabilirsiniz.

Bakkaldan sigara – ekmek almak 🙂

https://www.youtube.com/watch?v=4z6wkws0lNU

Bu da dronelar ile neler yapılabilir gösteren güzel bir TED videosu:

Dediğim gibi daha çok video var ama şimdilik bu kadar yeter 🙂 Bizim için kendini feda eden ve muhteşem görüntüler çeken dronelar ile veda edelim :

 

 

2015 VE SONRASINDA TEKNOLOJİ BİZE NELER SUNACAK? – 5 – CLOUD COMPUTING / BULUT BİLİŞİM

Şu an teknoloji konularına biraz meraklı ve gelişmeleri takip eden bir bakkal düşünelim, işini biraz geliştirmek istiyor, interneti, sipariş sistemini, küçük bir müşteri tanıma uygulamasını ve raporlama aracını kullanacak, kim, ne zaman, neyi, nasıl ve ne kadara ister, indirim mi takip eder yoksa önüne ne gelirse alır mı bilmek istiyor ki müşterilerini daha iyi tanısın memnun etsin ve iş hacmi artsın, bunu yapması için dev bilgisayar sistemlerini satın almasına, yazılım firmaları ile seneler süren projeler yürütmesine, yüzlerce danışman ile çalışmasına, hataları engellemek için uzun süren testler yapmasına ve bunlar için varını yoğunu satacak kadar para harcamasına gerek var… desem yalan söylemiş olurum 🙂

Yapması gereken yok… zira artık bunlar her geçen gün gelişen ve yaygınlaşan bir halde bulut servisleri ile kendisine sunuluyor.

Kısaca konuyu tanımlamak için her zamanki gibi wikipedia yeterli;

“Bulut bilişim (Cloud computing) veya işlevsel anlamıyla çevrim içi bilgi dağıtımı; bilişim aygıtları arasında ortak bilgi paylaşımını sağlayan hizmetlere verilen genel ad. Bulut bilişim bu yönüyle bir ürün değil, hizmettir; temel kaynaktaki yazılım ve bilgilerin paylaşımı sağlanarak, mevcut bilişim hizmetinin; bilgisayarlar ve diğer aygıtlardan elektrik dağıtıcılarına benzer bir biçimde bilişim ağı (tipik olarak İnternet’ten) üzerinden kullanılmasıdır.”

Aşağıdaki video da konuyu güzel bir şekilde özetliyor.

Uzun süredir gündemde olan bulut bilişim her geçen gün gelişiyor. Aslına bakılırsa bu durum internetin ve bilgisayar teknolojilerinin gelişimini ve insanoğlunun ona bakışını da değiştirecek gibi duruyor. Zira bilgisayar ve internet ile ilk tanıştığımız yıllarda hepimiz birer bilgisayar aldık, şu an sanırım bir kutuda, depoda veya çoktan dönüştürülmüş olabilirler, yetmedi içlerine yüksek meblağlar ödeyerek yazılımlar kurduk, bunları defalarca güncelledik, eskiyen yazılımları kaldırdık yenilerini kurduk ve bu hala devam ediyor…

Ancak bu kısır döngünün sonuna geliyoruz. Şöyle bir soru sorsam internet hatta evimizdeki bilgisayar birer kamu hizmeti haline gelebilir mi? neden olmasın, bu teknolojinin temelleri bulut bilişime dayanacak. Şu an bile teknolojiyi hem donanım hem yazılım olarak takip etmek çok büyük meblağlara mal olmakta, bu bireyden dev kurumlara kadar ölçekli bir şekilde artan tutarlara ve hayal edilemeyecek meblağlara ulaşıyor.

İnternet ve bilgisayar teknolojileri bir lüks olmaktan hepimiz için ve her iş kolu için çoktan çıktı, bir zorunluluk ve mecburiyet, e-devlet kapısı diye bir uygulama ülkemizde devreye girdi, yani bu işler artık öyle karanlık odalarda çalışan, oturmaktan şişmanlamış, arada sırada işimiz düşen adamların işleri değil hepimiz her an bunlara muhtacız, isteyerek veya istemeyerek kullanıyoruz, bunlar birer fayda ürünü haline geldiler. Peki elektrik gibi, su gibi bu sistemlerde bize birer kamu hizmeti olarak sunulsa ne olur? Çok güzel olur, olacak 🙂 konu ile alakalı güzel bir video:

Şöyle hayal ettim, şu ankinden on kat hızlı bir bilgisayara, on kat hızlı bir ağ altyapısı ile ulaşıyorum, yazılımları kullanım alışkanlıklarıma göre bu sistemde seçenekli olarak alıyorum, kurulum derdim, evime hangi bilgisayarı alsam derdim, teknik işlere meraklı bir arkadaş edineyim derdim yok 🙂 Bir de bunu çalıştığınız şirketler için düşünün, nasıl bir tasarruf potansiyeli olduğunu, veya daha farklı bir bakışla bu pazarın ne kadar büyüyebileceğini hayal etmek zor değil.

Konuyu özetleyen bir özlü söz ile bitireyim:

Beyin bedeva (!) attım hafızaya / buluta gerekeni yaptım 🙂 niye hamallık yapayım…