Haftalık olarak zaman yaratıp izlenebilirse öğrenme fırsatı sağlayacağını düşündüğüm içerikleri sayfamda paylaşıyorum.
I share YouTube videos that I think will provide learning opportunity about several topics on a weekly basis on my blog page.
1. Yapay zeka ve ödevler / AI and homeworks
Yapay zeka hakkında o kadar çok şey duyduk ki gerçek hayat uygulamasındaki durum gözden kaçabiliyor. Vox tarafından hazırlanan ve öğrenme alanında yapay zekanın yarattığı etkiyi gösteren çığır açıcı bir video. Öğrenciler ve öğretmenler hiç düşünmediğimiz etkileri gözler önüne seriyorlar. İlginç olan bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri yapay zeka kullanımı ile tekrar düşünmemiz gerekmesi.
We have heard so much about artificial intelligence that its real-life application can be overlooked. A groundbreaking video prepared by VOX showing the impact of artificial intelligence in the field of learning. Students and teachers reveal impacts we never thought about. The interesting thing is that we have to rethink the things we think we know with the use of artificial intelligence.
Video süresi/duration: 17:03
2. Elektrikli Araçlar – Şarj Etmek Yerine Pili Değiştirmek / EVs – Swapping Batteries in order to Charge Them
Şüphesiz ki elektrikli araçların gelişime açık özelliklerinden birisi de şarj süreleri, Çinli üretici NIO farklı bir yaklaşım ile kendi araçlarına özel pil değişim istasyonları ile süreci tamamen değiştiriyor. NIO araç sahiplerine özel pil değişim istasyonlarına geldiğinizde aracınız otomatik olarak alana yönlendiriliyor ve dakikalar içinde aracınızın azalan pili bir robot tarafından dolu bir pil ile değiştiriliyor. Yaygınlaşma ve farklı markalar ile de kullanım sağlanabilirse önemli bir ilerleme sağlanabileceğini düşünüyorum.
Undoubtedly, one of the features of electric vehicles that is open to improvement is charging times, and the Chinese manufacturer NIO takes a different approach and completely changes the process with battery replacement stations specific to its vehicles. When you arrive at NIO vehicle owners’ exclusive battery replacement stations, your vehicle is automatically directed to the area and within minutes, your vehicle’s low battery is replaced with a full battery by a robot. I think that if it becomes widespread and can be used with different brands, significant progress can be made.
Haftalık olarak zaman yaratıp izlenebilirse öğrenme fırsatı sağlayacağını düşündüğüm içerikleri sayfamda paylaşıyorum.
I share YouTube videos that I think will provide learning opportunity about several topics on a weekly basis on my blog page.
1. Apple Vision Pro’yu merak edenler için en iyi anlatım – Marques Brownlee / Apple Vision Pro Impressions – Marques Brownlee
Uzun süredir video içeriklerini takip ettiğim Marques Brownlee Apple tarafından tanıtılan Apple Vision Pro’yu gerçekten çok iyi anlatıyor. Teknolojik ürünler hakkında çok önemli içerikleri olan ve milyonlarca takipçiye sahip Marques, yeni cihazın kullanım deneyimini ve olumlu olumsuz yönlerini aktardığı son videosu ile yine önemli bir içeriğe imza atmış. Apple Vision Pro hakkında oluşan merakı gidermek için güzel bir kaynak.
I’ve been following Marques Brownlee for a long time as a YouTube content creator. Marques shares videos about technological products and has millions of followers. His latest video is a good resource to satisfy the curiosity about the Apple Vision Pro.
Video süresi / duration : 20:00
2. Nvidia’nın Oyun Dünyasından Yapay Zekaya Gelişim Hikayesi / How Nvidia grew from Gaming to A.I.
CNBC tarafından paylaşılan içerik son dönemde değer yükselişi ile herkesin dikkatini çeken Nvidia firmasının hikayesini anlatıyor. Benim gibi oyunseverlerin aşina olduğu Nvidia yapay zeka alanındaki stratejisi ile rekabette öne geçmiş durumda.
The content shared by CNBC tells the story of Nvidia, which has attracted everyone’s attention with its recent increase in value. Nvidia, which is familiar to gamers like me, is now ahead of the competition with its strategy in artificial intelligence market.
Video süresi / duration: 17:54
3. Apple ve Samsung’un Çin Alternatifi Üretim Stratejileri / Apple vs. Samsung’s Strategies to move manufacturing away from China
Wall Street Journal tarafından sunulan içerik Apple ve Samsung firmalarının üretim merkezlerini Çin’den farklı lokasyonlara taşıma çabalarını anlatıyor.
The content presented by the Wall Street Journal describes the efforts of Apple and Samsung to move their production facilities from China to different locations.
Haftalık olarak zaman yaratıp izlenebilirse öğrenme fırsatı sağlayacağını düşündüğüm içerikleri sayfamda paylaşıyorum.
1. Organik gıdalar gerçekten daha mı iyi?
Uzun süredir hayatımızda olan organik gıdalar hakkında güzel bir karşılaştırma videosu.
Video süresi: 9:20
2. Bir oyun neden satar?
Bir oyun tasarımcısı tasarladığı oyunun popüler olmasının hikayesini anlatıyor, maddeler halinde iyi bir oyunun kullanıcılar için ne ifade ettiğini gösteren güzel bir video. Ürün tasarımı ve pazarlaması için ilham verici bir kaynak.
Video süresi: 5:31
3. Ipad’iniz için faydalı uygulamalar
Kullandığınız cihazların verimliliklerini arttıracak pek çok ipucu YouTube içeriklerinde yer alıyor. Buna güzel bir örnek Ipad için oluşturulmuş.
Haftalık olarak zaman yaratıp izlenebilirse öğrenme fırsatı sağlayacağını düşündüğüm içerikleri sayfamda paylaşıyorum.
1. Daha iyi sunumlar için kaynaklar…
Hepimiz çeşitli nedenler ile sunum yapıyoruz. Etkili bir sunum için faydalı olabilecek pek çok video YouTube’da erişime açık, faydalı araçlardan bahseden bir tanesini ekliyorum:
Video süresi – 7:34
2. Notion
Notion – bir not alma uygulaması ve çok daha fazlası- kullanımı hakkında ayrıntılı video:
Video süresi – 11:23
İş amaçlı kullanımı için bir örnek – Video süresi: 12:20
3. Hayatından Bir gün – Kahoot Ofisi / Norveç
YouTube’da pek çok kez karşılaştığım hayatından bir gün videolarından bir örnek. Bir yazılım mühendisinin gününü izleyebilirsiniz. O işi yapmak isteyenler, ofisleri, ortamı ve farklı ülkelerdeki çalışma düzenini merak edenlerin ilgisini çekebilir.
Christensen kitabında çocukların yetişme süreçleri ve bu anlamda ebeveynlerin katkılarına da farklı başlıklarda vurgu yapıyor. Ailelerin yaşantısının teknoloji, modern ekonomik düzen ve refah seviyesinin artışı gibi nedenlerle değişmesinin etkilerinden birinin daha fazla ev işinin veya evde aile fertlerinin sorumluluğunda olan işlerin dışarıdan hizmet alınarak veya makineler ile yapılabilir hale gelmesine vurgu yapıyor. Burada temizlik, ütü, basit tamirat, çamaşır vb. eskiden aile fertlerinin arasında bölüştüğü sorumlulukların hizmet olarak alınmasının çocukların gelişimine etkisi olabileceğinden bahsediyor. Çocuklara sorumluluk vermenin ve onlara hata yapma ve öğrenme fırsatı tanımanın çok önemli olduğunu vurguluyor.
Burada kullandığı iş hayatından bir örnek de gerçekten çok ilginç. Dell uzun yıllar önce piyasada daha hakim ve güçlü bir konumdayken pek çok işini o zamanlar sadece bir tedarikçi ve fason üretici olan Asus firmasından hizmet olarak almaya başlıyor. Bu aslında mali olarak çok da mantıklı ve Dell gelirleri açısından ilk zamanlarda çok verimli oluyor. Ancak zaman içerisinden Asus o kadar deneyim ve saha tecrübesi ediniyor ki şu anda da hepimizin bildiği gibi bilgisayar pazarının önemli bir oyuncusu konumuna geliyor. Burada kritik olan şey bazı şeyleri tabi ki hizmet olarak almak hem insanlar için hem de firmalar için mantıklı olsa da asıl varlık nedenini dışarıya çıkarmak, hizmet alımı haline sokmak her zaman çok dikkatli ele alınmalı ve sakınılmalı, zira bir gün varlık nedeni ortadan kalkabilir veya ikame edilebilir.
Günümüz ailelerinin iş ikamesinden sağlanan zaman ve efor kazancını çocukları kurslara ve spor faaliyetlerine göndererek giderdiklerini ancak bunun da her zaman benzer etki yapmayacağını, bu tip faaliyetlerin daha çok ebeveyni tatmin etmeye yönelik olduğunu ve çocuğun yeni bir yeteneği öğrenmesi, bir zorluğu alt etmesi ve hayat dersi çıkarabileceği imkanları sınırlı olarak yaratabildiğine değiniyor.
Bunlar yerine veya ek olarak yapılacak şu; çocuk kendi gelişlimi için kendi isteğiyle, tabi burada veli yönlendirmesi ve alternatifler sunulması önemli, herhangi bir aktiviteye yönelmeli ve orada tamamen kendi çabası ile başarı veya başarısızlık ile karşılaşmalı. Bu durum çocuğa sadece o sporu veya etkinliği öğretmek gibi bir görevi değil de çocuğun öğrenmeyi öğrenmesini, yeni bir yeteneği kazanmak için çaba harcamayı öğrenmesini ve hatadan ders çıkarmayı bilmesini sağlayacaktır.
Geldiğimiz noktada asıl olanın, deneyim (school of experience) ile edineceklerimiz ve mümkün oldukça deneyimi şekillendirmeden nasıl olduysa öyle yaşamamız gerektiği oluyor, tabi ki her durumda elimizden gelen en iyiyi hem kendimiz hem de çocuklarımız için yapmalıyız ancak hata yapmak ve bunlardan alınacak dersi de unutmamak lazım, terslik veya yanlış seçimlerin hiç olmadığı bir ortam sadece rüyalarda olur ve bu rüyada büyüyen kişi gerçeği gördüğünde ne yapacağını bilemez.
Yapılabilecek şeylerden birsi de çocukların gelişimi için onlara sorumluluk vermek, örneğin pikniğe veya kampa giderken kendi çantasını hazırlamasını söylemek ve eksik bir şey olursa da mümkün oldukça tamamlamamak ve sonucunu görmesini sağlamak, bu pek çok durum için çeşitlendirilebilir. Herkesin başına gelen son dakika ödevlerin yetiştirilmesi konusunda da mümkün olduğunca ve ne kadar çocuğumuza iyilik yaptığımızı düşünsek de devreye girmeden çocuğun sonuca katlanmasını sağlamak önemli.
Christensen kendi hayatından bir örneği de paylaşıyor, annesinin 6 çocuk ile uğraştığı için kendisine pek çok sorumluluk verdiğini bunlardan birsinin de kendi çorap deliklerini dikmek olduğunu anlatıyor. Bunun kendisini çok zorladığını ancak zamanla iyi bir dikiş yapabilir olmasından ve her baktığında çorap deliğindeki yamayı kendi yaptığı için gurur duyduğundan bahsediyor. Burada ne kadar küçük önemsiz olsa da çocuğun “bunu ben yaptım” diyebilmesinin önemini vurguluyor.
Family culture to set – Kültür oluşturma
Bir ailenin veya şirketin aslında en önemli dayanağı, oluşturduğu kültürdür, zira çocuklar aileden hangi değerleri öğrendilerse o değerler ile hayatta yalnız kaldıklarında yaşarlar ve gelişmeye devam ederler. Bu şirketler için de geçerlidir.
Bir aile olarak bu konuda ne yapılabileceğine gelirsek, öncelikle Christensen ebeveynler olarak oturup ailemizin değerlerinin ne olacağını belirlemeyi ilk iş olarak önümüze koyuyor. Örneğin çalışkanlık, yaratıcılık, saygı ve benzeri değerler için karar verip temel olanları seçmek ve tüm hayatımızı buna göre yaşamak önemli, yaptıklarımız da bunları hep desteklemeli. Örneğin tamir edilecek bir şey varsa ve biz yapabiliyorsak onu hemen yapmalıyız ve çalışmaktan kaçmamalıyız zira çalışkan olma değerimizi en küçük yaştaki çocuğumuzdan ergenlik çağındaki çocuğumuza kadar hissettirebilelim hatta bu çalışmaları aile içinde iş bölümü ile yaparsak ve keyif aldığımızı hissettirerek devam edersek ailede neyin değerli olduğu net bir şekilde gösterebilmiş olabiliriz. Bu, kültürü inşa etmektir ve bir seferde olmaz o yüzden ebeveynler olarak her fırsatta bunları destekleyecek somut hareketler ile harekete geçmeliyiz ve denemekten vazgeçmemeliyiz. Ne kadar yorgun olsak da veya zamanımız olmasa da aile kültürümüzü yaratmak için vazgeçmeden devam etmeliyiz.
Burada da en başta bahsettiğimiz kaynak aktarımı, ani planlar ve zamana yaygın uzun dönemli planlar devreye giriyor, burada bize hangi kaynakları ve durumu ele alarak neyin bizim temel değerlerimiz olduğunu belirlemek kalıyor. Bu kolay olmasa da yapılması gereken bir adım. Değerler belirlendikten sonra tüm fertlerin buna uyması ve genel bir uyum durumu önem taşıyor.
Full value thinking vs marginal thinking theory – Blockbuster – Netflix Örneği
Christensen kararlarımızda nasıl bir bakış açısı ile bakmamız gerektiğini ve bunun nelere mal olabileceğini de ayrıntılı olarak ele alıyor. Firmalar ve bizler aslında hareketlerimiz belirlerken marjinal ve toplam maliyet hesabı bakış açıları ile hareket edebiliyoruz. Bunlar içinde bulunduğumuz duruma göre iyi ele alınması gereken yöntemler, hep birisine odaklanmak ve esnek olmamak bize kaybettirebilir. Burada kritik olan daha önce de bahsedildiği gibi durumu iyi analiz ederek gerekeni yapabilmek.
Burada güzel bir örnek ile devam edebiliriz, Christensen bu konuda kitabında ayrıntılı bir kısım paylaşmış ben olabildiğince özet olarak aktaracağım.
Blockbuster Amerika’da uzun yıllar boyunca VHS kasetler ile film kiralama pazarında en büyük oyuncu olarak faaliyet gösterdi. İş modelleri temel olarak kasetlerin dükkanlarda sergilenmesi, çeşidin bol tutulması ve yaygın bayi ağına dayalıydı. Müşteriler kasetleri dükkanlara gelip seçiyor ve üyelik ile kiralama yapıyorlardı, kendilerine tanınan sürede kasetleri geri getirmezlerse de gecikme cezası ödemek zorundaydılar. Uzun yıllar yüksek karlılıkla devam eden bu iş modeli, bir noktada pazarı iyi analiz eden Netflix firmasının yeni yöntemi ile tanıştı. Netflix benzer şekilde kiralama işine girdi ancak iş modeli olarak aylık veya yıllık abonelik paketleri sunmak ve DVD/kasetleri müşterilere mail yoluyla göndermeyi seçti. Burada hiç bir dükkana gerek duyulmuyordu. Müşteriler istedikleri film listesini abonelik başında oluşturuyorlar, ardında da ayda belirli adetler ile kendilerine bu filmler iletiliyordu. Müşteriler izledikleri kullanım süresi biten filmleri abonelikleri sırasında aldıkları Netflix tarafından bedeli baştan ödenmiş olan hazır posta zarflarına koyup geri gönderiyorlar ve takiben kendilerine yeni filmleri iletiliyordu. Blockbuster’ın dev dükkan ağına, 80 binleri bulan çalışan sayısına, dev dağıtım ağına ve müşterileri çileden çıkaran gecikme cezalarına hiç gerek yoktu.
İşte bu durumda Blockbuster yavaş yavaş pazarda kendine yer bulmaya başlayan bu iş modelini bir noktada ele aldı, yöneticiler uzun değerlendirmeler yaptılar ve bu modelin çok niş bir kitleye hitap ettiğine, elde edilen karın ve pazarın marjinal olduğuna ve dikkate almaya değer olmadığına, kendi iş modellerinin o günün şartları ile çok daha fazla kar getirdiğine odaklandılar. Diğer bir deyişle müşterinin memnuniyeti, iş modeli kolaylığı, geleceğin ne getireceğini düşünmek ve bu anlamda bu nispeten küçük tehdidin, bütünsel bir bakışla maliyetlerini göze almak yerine, küçük bir kısmına odaklandılar. Alternatifi hiç düşünmediler, gerek duymadılar zaten işler iyiydi…
İşte dönüm noktası burasıydı, Blockbuster yöneticilerinin bu durumu o sıradaki karları, var olan yatırımları ve muhtemel alternatifin karlılık anlamında marjinal kalması gözüyle ele almaları o anda anlaşılmasa da büyük bir yıkımın ayak sesleriydi. Takip eden yıllarda Netflix pazar payını çok hızlı arttırdı, müşteri sayısı arttı. Blockbuster tarafı da tam tersi yönde gitti ve dev firma 2010 yılında iflas açıkladı, binlerce dükkan kapandı.
Bu konuda güzel bir içerik ve daha ayrıntılı aktarım için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz:
Marjinal olan dev bir potansiyel taşıyor olabilir bu anlamda kalıplaşmış esnemeyen bir bakış sergilemek istenmeyen sonu getirebilir. Hem bu örnekteki gibi iş hayatında hem de özel hayatlarımızda bir seferlik veya küçük kararlar önemlidir ve etkilerini ele alırken hep büyük resmi görmeye çalışmak ve muhtemel tüm sonuçları ele alabilmek önem taşır.
Purpose of our lives: Likeness / Deep commitment / Metrics – Hayat amacı
Kitabın adında da geçen hayat amacı ve bunun ölçülmesi hakkında da Christensen görüşlerini aktarıyor. Genel olarak zaten yukarıdaki ve daha önceki yazılardaki her örnek aslında bir noktada vizyon sunsa da hayatın amacını belirlemek önem taşıyor. Hayatın akışı hepimize farklı şeyler sunsa da asıl amacımızı belirlemek ve bunu kadere bırakmamak önem taşıyor. Burada daha önceki yazılarda değindiğimiz kararın deliberate ve emergent (ani ve duruma gore) olması noktasında deliberate (önceden düşünülmüş kapsamlı) olmasının kritikliği önemli, tabi ki ani olaylara karşı tavır alabiliriz veya fırsatları değerlendirebiliriz ancak asıl olanı, asıl amacımızı hep sabit tutmalıyız, burada da asıl amacı her duruma uyarlanabilir ve değer odaklı seçmemiz önem taşıyor.
Hayat amacı belirlemeyi tabi ki anlık bir olay olarak görmemek gerek, bu bir süreçtir ve uzun zaman alır, alması gerekir. Örneğin Christensen kendisi için bunun çok uzun sürdüğünü, kafasındakini netleştirmesinin zaman aldığını ancak hep aklında olanları sonunda bir araya getirebildiğini vurguluyor. Ailenin önemi onun için temel noktada olmuş hep, ayrıca iyi olmak, inançları, insan odağı ve doğru dürüst yaşam hayat amacı haline gelmiş.
Burada amacı belirlerken (likeness) neleri sevdiğimiz, hoşlandığımız, mutlu olduğumuz bunlara bağlılığımız (deep commitment) ve nasıl ölçebileceğimizi (metric) düşünmek gerekli. Bu da yukarıda dediğimiz gibi kolay değil.
Christensen kendisi için yukarıdaki amacına istinaden “iyi bir insan” olduğunu anlayabilmek için kaç insanın hayatına dokunduğunu bir metrik olarak koymuş. Ne kadar çok insana yardım eder, bir şey öğretir, bir sorununu çözer veya yardımcı olursa o kadar başarılı olacağına inanmış.
Son olarak Christensen bunu düşünmenin en iyi yerinin üniversite olduğunu vurguluyor, hayata atılmadan, koşuşturma içinde boğulmadan ve hızlı iş odağında değerleri yitirmemek için bu konuya zaman ayırmanın yıllar sonra çok kıymetli bir yatırım olacağının anlaşılacağına vurgu yapıyor.
“Kısaca, bunları yapmak zordur ama iyi ki yapmışım diyeceğiniz günler gelecek…” diye de ekliyor.
Bu yazıyla, bu değerli yazarın bize aktardıklarının sadece bir kısmını ele alabildiğim yazı serim sona ermiş oluyor, umarım faydalı olmuştur, kuşkusuz tüm örnekler, aktarılanlar çok kıymetli bunları bu denli başarılı ve kendini ispat etmiş birisinden bir hayat tecrübesi olarak dinleyebilmek ise büyük fırsat kanımca.
Ask right questions – Doğru sorular: Bir önceki adımda varsayımların ne kadar kritik olabileceğini gördük. Christensen bu sorunu aşabilmek için bazı önlemlere vurgu yapıyor. Birincisi doğru soruları sorabilmek (bu iş göründüğü kadar kolay değil…) ikincisi varsayımların karar vermedeki rolünü ele alıp kiritkliğine göre üzerinde durma kararını oluşturmak ve son olarak da varsayımlar ile uğraşma noktasında yoldan sapmamak ve asıl amacı unutmamak. Buradaki yöntemlerden birisi şöyle; karar alırken ekibin size sunduğu ve iş planını dayandırdıkları varsayımların hepsinin listesini isteyin ardından bunların gerçekleşme oranını karşılarına yazmalarını ve buna göre sıralamalarını isteyin. Buradaki sıralama gerçekleşme oranı en yüksek olandan en düşük olana göre olmalı. Bu noktadan sonra da en üstte yer alan varsayımları belli bir sıraya ininceye kadar çok maliyetli olmadan test etmek ve bu sayede alınacak kararın dayandığı varsayımları somutlaştırmak. (“What assumptions have to prove to be true?”)
Watch where your resources flow – Kaynaklarını doğru kullan: Zaman, para, işgücü gibi kaynakları çok iyi yönetmeli ve doğru yöne aktıklarından emin olmalıyız, eğer bunlara özen göstermezsek takip ettiğimizi düşündüğümüz stratejiden çok uzaklaşırız ve boşa emek harcamış oluruz. Kaynaklar sınırlı olmasaydı keşke, ama mümkün değil. Bu noktada beynimize neyi önceliklendireceğimiz hakkında bir filtre takmalıyız. Hayatımızda alacağımız kararları bu filtre sayesinde kısa süreli kazançlara değil de ömürlük çıktılara odaklamalyız. (Not immediate returns, choose lifetime returns) Kendinize şu soruyu sorun yıllar sonra ne sizi mutlu edecek?İşte yükselme mi, iyi çocuk yetişrebilme mi, bir şeye sahip olma mı? Asıl soru bu… Ardından kaynakları buna göre dağıtıp, devamlı kayma olmasın diye kontrol etmek gerek, devamlı soru sorarak kontolü elde tutmak lazım. Bu noktada uzun dönemli strateji seçimi çok zor bir süreç ! zira örneğin çocuklarınız hakkında zamanınızı ayırmamanın sonuçları iş yeri gibi değildir, anında veya kısa sürede görülmez yıllar sonra etkisi görülür ve çok geç olabilir…
Invest your time early as possible to your child – Çocuklarınıza olabildiğince erken vakit ayırın: Çocukların gelişiminde erken dönemde ailenin etkisinin çok büyük olduğunu belirten Christensen, çocuklarımıza ayıracağımız zamanın beyinlerindeki gelişime somut etkisini vurguluyor. Özellikle onları karşımıza alıp konuşmak, hikayeler anlatmak, hayal kurmak ve ekstra konuşmalar (language dancing – standart konuşmalar – mesela yemeğini ye, şunu giy vb yerine varsayımlar hakkında konuşmak yerine örneğin şöyle olsaydı ne yapardın, şunu denesen nasıl olur gibi ekstra konuşma ve sorular) yaparak beyinlerinin gelişimine inanılmaz katkılar yapmanın uzun yıllar sonucunda görülecek olumlu etkilerinden bahsediyor. Ek olarak hayatta karşılarına çıkacak sorunları aşmada çocukların bu sohbetlerden çok beslendiğine değiniyor.
Jobs-to-be-done theory – İhtiyaca / işe yaramak: Tam olarak Türkçe çevirisini belirleyemesem de Christensen tarafından aktarılan ve oldukça popüler olan bu yaklaşım gerçekten kıymetli. Üzerine pek çok çalışmanın ve ayrıntılı örneklerin olduğu bu konuya özet olarak değinmek gerekirse bir ürün geliştirirken veya sorun çözerken konuyu ele alma biçiminde müşterinin ihtiyacı olan noktayı, ürünün/çözümün onun ne işine yarayacağını, hangi sorununu çözeceğini asıl olarak ele almak olarak açıklayabilirim. Christensen şöyle aktarıyor: “Biz ürünleri bir işimizi görmeleri için kiralarız.” Özellikle yaratıcı startup çözümlerinde ve şu an önde gelen pek çok markanın yarattığı ürünlerde genel kullanıcı grubu (demografik, ürün bazlı gruplamlar) varsayımlarından ziyade müşterinin sorununa / o sıradaki iş ihtiyacına odaklanma yaklaşımı başarılı olmuş gibi görünüyor. Christensen bu noktada İkea örneğine de değiniyor. İkea’nın tam da insanların ihtiyacı olduğunda, bir üniversite öğrencisi ev kuracakken veya evde çalışma ortamı yaratacak olan bir beyaz yakalının arayışında yardımına koştuğunu belirtiyor. Bu noktada müşteriler İkea’ya gittiklerinde her şeyi bir arada bulabiliyorlar, ayrıca acıkırlarsa aynı yerde yiyecek de yiyebiliyorlar ek olarak ürünler araç bagajına sığabilecek şekilde kutulanmış durumda, sığmasa bile İkea taşıma işini de aynı yerde kendisi sizin adınıza hallediyor. Burada müşterinin “tüm işleri halledilmiş oluyor”.
Ayrıca Christensen aynı yaklaşımı bir fast food zincirinin daha iyi milkshake üretme sorunun çözmek için de kullanıyor. Bu örnekte aslında önce müşteri gruplarına odaklanan çalışma yapılmış ancak sonuç alınamamış. Daha sonra müşterinin neden milkshake aldığına odaklanmışlar. Önce satın alma saatlerine, nerede tüketildiğine ve yanlız mı grup olarak mı alındığı gibi sorulara odaklanmışlar. Sonuçta “milkshake”i işe giderken aldıklarını, trafikte yemek yemenin zor olduğunu, işe gidinceye kadar sabah saatlerine bu içecekle işe kadar idare ettiklerini, pipetin de çok geniş olmaması nedeniyle uzun süre içerek gidebildiklerini ayrıca şekerli olsa da süt bazlı olmasının nispeten daha sağlıklı ve tok hissettrdiğini anlamışlar. Yani, milkshake’in onlar için bu sayılan işleri yerine getirdiği anlaşılmış, sonrası buradan ve diğer saat dilimlerindeki satın alımları araştırmadan yola çıkarak ürünü geliştirmek olmuş ve önemli başarı elde edilmiş. Bu noktada okuyucu için de Christensen bu teorinin yansıması olarak şu soruyu soruyor “Siz hangi iş için görevlendirildiniz? – What job are you being hired for? (both professionally and privately)” Bunu iyi bilmenin ve buna göre hareket etmenin aile ilişkilerinde veya işyerinde daha mutlu olmamızı ve daha az sorun yaşmamıza neden olacağını vurguluyor.
Clayton M. Christensen ile Youtube kanalını izlediğim bir öğrenci sayesinde tanıştım. Aslında kendisi 21. yüzyıl teknoloji temelli gelişim sürecinin mimarlarından çok ünlü bir akademisyen. Ben geç tanışmışım ve aslında asıl ünlü olduğu çalışmayı (Disruptive Innovation) değil de nispeten daha az bilinen bir kitabını okudum. Kendisi hakkında çok şey anlatmama gere yok aslında biraz merak edenler Wikipedia bağlantısından bilgi edinebilir. Akademisyen ve danışman olan Christensen için kısaca kendime şunu dedim:
Ne yazdıysa oku, hakkında bulduğun videoyu izle 🙂
Peki okuduğum kitap neyle ilgili? Aslında adı üstünde “Hayatını nasıl değerlendirirsin?” Bu soruyu sorup, kitabı yazan Clayton Christensen olunca işin önemi artıyor. Zira geldiği noktada bu soruyu ne amaçla sordu, neyi vurguluyor insan merak ediyor?
Ben bu kitabı Storytel uygulamasından okudum/dinledim. Storytel uygulamasını uzun bir süreden bu yana kullanıyorum. Benim kitap okumama büyük katkısı oldu, özellikle ingilizce içeriklere ulaşmak ve bunu aylık olarak ödenen bir kitap parası gibi düşük bir ücretle binlerce kitaba ulaşrak yapmak bence mükemmel. Storytel ve öğrenme sürecime katkısı hakkında ayrı bir yazı da yazacağım.
Ben kendime aldığım notlardan önemli olanları aşağıdaki şekilde paylaşmak istedim, bazıları benim yorumlarımı da içeriyor umarım faydalı olur. Bu arada yazdıkça fark ettim ki bu içeriği parçalı sunmak daha mantıklı zira yazılacak çok şey var şimdilik ilk kısmı paylaşıyorum, devamı da gelecek.
Unanticipated / Emergent Strategy” – Beklenmedik Strateji: Bu kavram aslında uzun planlara dayanan kapsamlı stratejiler yerine plan dışında olan olaylara ve çevredeki gelişmelere göre hızlıca adapte olup strateji geliştirebilmek ve bunun sonucunda da asıl stratejiden elde edilecek faydadan çok daha fazlasını elde etmek olarak açıklanabilir. Buna örnek olarak Honda motorsikletlerinin Amerika pazarına girişini örnek veriyor Christensen. Burada hikaye uzunca olsa da kısaca aktarmak istiyorum çünkü çok ilginç. Herkesin bildiği üzere Amerikan pazarı hikayenin geçtiği 1960’lı yıllardan bu yana büyük hacimli Harley Davidson tarzı motorsikletler tarafından domine edilmiş durumda. Honda da aslında çok uzmanı olmasa da bu tip motorlar ile pazara giriyor ilk aşamada, sınırlı satış yapabilse de bir süre sonra bu motorlar Amerikanın otobanlarının uzun düzlüklerinde yüksek süratle kullanılma sonucunda pek çok teknik sorun çıkarıyor ve bakım sorunları çözülemiyor bu da zaten zor olan bir pazarda Honda’yı neredeyse hiç satış yapamaz duruma getiriyor. İşte tam bu sırada Honda satışcıları Amerika’ya Honda’nın asıl uzmanı olduğu düşük hacimli, Japon’ya da kurye teslimatları ve şehir içi kısa mesafe kullanımı için kullanılan ve çok popüler olan Super Cub motolarından getiriyorlar. Bunlar Amerikan müşteri kitlesi için o zamana kadar yapılan hiç bir ön pazar analizinde çıkmayan, pazarı olmayan ve bir nevi bisikletten farkı olmayan ürünler. Bunları pazara sürmeyi Honda ekibi başta düşünmüyor zaten. Sadece hafta sonu gezmek için getiriyorlar ülkeye. Sonra bir gün Los Angeles dağlık bölgelerinde bu motorlar ile geziye çıkan bir kaç Honda çalışanı insaların ilgisini çekiyor. Bir kaç kişi bu, pratik, kullanması kolay, atik, bakımı kolay ve küçük motorsikletleri görüp satın almak istiyor. Bir kaç adet getirdikten sonra, Sears satış kataloğundan satış ekibinin ilgisini çeken Super Cub bir anda kataloğa giriyor ve inanılmaz satış rakamları geliyor. Sonrası zaten tahmin edersiniz. Honda Amerika pazar stratejisini bu duruma gore adapte ediyor, sonuç pazarda sıfırdan %63 pay sahipliğine giden bir resim çıkıyor ortaya. Christensen de bu örnekten yola çıkarak bize şunu söylüyor hayat büyük stratejilerin yanı sıra asıl olarak bunun gibi anlık adapte olma gerektiren şans değerlendirme potansiyellerinden oluşur bunları görmek lazım, hazırlıklı olup durumu hızlıca idrak edebilirseniz sizin için yeni bir kapı açılabilir. Kendisnin yaşının ilerleyen zamanlarında Harvard akademisyeni olabilmesinin de buna benzer bir durum olduğunu söylüyor. Bu nedenle her an durumun gereklerine adapte olmak ve stratejimizi kökten değiştirmek gerekebilir hazırlıklı olmakta fayda var 🙂
Honda örneği hakkında yapılmış kısa bir yazı ve kapsamlı bir araştırma aşağıda yer alıyor:
Super Cub motorlarının hikayesini anlatan iki video, birisi de Jay Leno ile çekilmiş:
“Assumptions becoming reality” – Gerçeğe dönüşen varsayımlar – Burada vurgulanan, hem aile ilişkilerinde hem de işyerlerinde önemli kararlar alırken veya tartışma esnasında bize yön verecek varsayımların en başta ele alınması gerektiği. Bunların aslında hiç olmaması gereken veya yanlış / iyi analiz edilmemiş varsayımlar olup olmadığını bilmek çok önemli çünkü Christensen pek çok firmanın başta iyi analiz edilmemiş varsayımlara göre karar aldığını aslında bu varsayımların uzun süren ve inanılmaz maliyetlere yol açan projeleri tetiklediğini ve bunların da çoğunlukla süreç sonunda başarısız olduğunu vurguluyor. Bu konuda örneği de Walt Disney ailesinden veriyor, dünyada devasa parkları ve inanılmaz ekonomik büyüklüğü ile bilinen bu kurumdan bir örnek ile konuyu aktarıyor. Yıllar önce Disneyland Paris kuruluşunda yaşanan durum güzel bir örnek. Disney yöneticileri Paris parkını dizayn ederken Amerika’daki başarılı parklarından ve oradaki müşteri analizlerinden yola çıktılar ve temel varsayımlarını Paris parkı yatırımlarına da uyguladılar. Ancak çok büyük bir hüsran ile Disneyland Paris ilk iki yıl diğer parklara göre bekleneni vermekten çok uzak kaldı, hatta 2 yılda 1 milyar dolar zarar etti. Evet inanılmaz 🙁 Süreci ele alan Disney yöneticileri ilerleyen dönemde geriye dönüp baktıklarında şunu fark ettiler. Bazı varsayımların sorun yarattığı ancak çok normal gibi ele alınıp yola devam edildiği ortaya çıktyı. Paris parkı için ilk planlamalar yapılırken ana varsayım diğer Amerika parklarında olduğu gibi yılda 11 milyon ziyaretçi beklentisinin modellenmesiydi. Daha da önemlisi Amerika parklarında ziyaretçiler ortalama 3 gün parkda kalıyor ve otellerden yararlanıyordu. Sorun yaratan varsayım buydu zira Paris parkında ziyaretçi sayısı yine 11 milyon civarı olsa da parkta kalma süresi sadece 1 gün oluyordu. Sonradan anlaşıldı ki Amerika parklarında ortalama olarak 45 park etkinliği, hız treni vb. Vardı ancak Paris parkında bunların sayısı sadece 15’te kalmıştı ve bir gün hepsini deneyimlemek için yeterliydi. Bunu kimse düşünmemişti, bu da milyar dolarlık zararı ortaya çıkardı. Daha sonra Disneyland Paris yapılan müdahaleler ile olumlu bir noktaya gelse de küçücük bir varsayımın nelere yol açtığının çok güzel bir örneği. Christensen buradan yola çıkarak bizim de hem işte hem aile ortamında büyük kararlar almadan ve efor harcamadan önce temel varsayımlarımızı iyi analiz etmemizi öneriyor.
Disneyland Paris hakkında daha ayrıntılı bir analiz videosu da burada 🙂
Kitaptan kendime not aldığım önemli noktalar fazlaca devamını yazmaya başladım yakında paylaşacağım, umarım faydalı olur.
Coursera’dan aldığım Human-Centered Design kursu farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlıyor diyebilirm. Kullandığım cihazlar, mobil uyglamalar, işim için kullanmam gereken programlar ve gezindiğim web sayfalarına baktıkça ne tarafları gelişmeli, kullanıcı nerede sorun yaşayabilir veya neler daha iyi olabilirdi diye bakabilmek beni aydınlatıyor. Tabi daha çok gidilecek yol var ama gördüğüm kadarı ile bu alan çok merak uyandırıcı, benim için özellikle eğitim odağı ile bakıp çok da iyi olmadığını düşündüğüm öğrenme ortamları dizaynı gelişimi konusunu ele almak istiyorum.
Bu yazıda kurs kapsamında öğrendiğim Heuristic Evaluation – HE (Sezgisel Değerlendirme) hakkında kısa bilgiler paylaşacağım ama ona geçmeden şuna deyineyim, Coursera kursları gerçekten kaliteli ve çaba harcamanız gerekiyor özellikle ödevler (hazırlanıp sunmak zaman alsa da) çok faydalı.
Sezgisel Değerlendirme aslında dizayn sürecinin her aşamasında kullanılabilecek bir değerledirme yöntemi, fikir babası Jakob Nielsen. Nielsen tasarım dünyasında saygıyla anılan ve pek çok versiyonu olan tasarım bakış açılarının hepsi için katkısı olan bir guru. Halen çalışmalarını sürdüren Nielsen iyi bir tasarımı sağlamak amacıyla 90 lı yıllarda yaptığı çalışmaları bu alana sunmuş ve en çok anılanlardan birisi de Sezgisel Değerlendirme.
Çok basitçe tanımlamak gerekirse bu değerldirme tipi tasarımın işe yararlılığını ölçmek için kullanılabilecek pek çok yöntemden birisi ve alanından uzman değerledniricileri belirli kriterler sunuarak tasarımı değerlendirmeleri için kullanıyor. Kullanıcı testleri veya teknik testler gbi pek çok yönteme göre artı ve eksileri tabi ki var. Ancak özellikle elde edilen sonuçlar ve dünyadaki internet ve mobil tabanlı tasarım çözümlerinde hız ve verimlilik anlamında tercih edilen bir yöntem.
Konu hakkında Nielsen tarafında belirlenmiş 10 temel değerlendirme kirteri de var, bunlar zaman içinde çok uyarlanmış ve/veya değerledirilecek tasarımın alanı, gerekleri, hedef kitlesi vb. pek çok dinamiğe göre değiştirilebilir ancak halen tasarımların temel anlamda sağlam olmasını sağlayabilecek önemli bir kaynak.
Konu hakkında yukarıdakiler dışında bulduğum bazı kaynaklar da şöyle: